Biraz ara verdiğimin farkındayım ama gerçekten bazende yazacak şeylere karar vermek zor oluyor. Bugün sizinle birazda basın zorlukları ile ilgili bir yazı paylaşayım dedim. Yine Yedi gün 1939 yılında yazılmış gazetecilerin zorluklarını anlatan Hüseyin Cahit'in bir yazısını paylaşmak istedim umarım beğenirsiniz.
Doğru söyleyenlerin dokuz köyden kovulacağını bir atalar sözü bize ihtar eder. Doğru söyleyen gazetecileri kovmuyorlar ama, ağızlarını tıkıyorlar. Buna imkan bulmak ve alınan şiddetli tedbirleri mazur göstermek için de dünyanın ne kadar felaketleri varsa hepsinden gazetecileri mesul tutuyorlar. Hitler 1938 senesi şubatında, Reichatag'da söylediği nutukta, yabancı gazetelerde görülen yalanların milletler arası sulh için büyük bir tehlike teşkil ettiğini söyledikten sonra, Almanya'nın kuvvetlerini artırmaya bundan dolayı dolayı mecburiyet hissettiğini beyan eyliyordu. Gazeteleri halkça menfur bir hale sokmak için iyi düşünülmüş bir tedbir.
Halk silahlanma masraflarının yükü altında ezildikçe, bu çektiği felakete sebep olanları tel'in etmeyi düşünecek ve sebep olarak da karşısına gazetecileri görecek. Fakat muharrirler de Alman Führer!inin bu insafsızca ithamına karşı iyi bir intikam almaktan geri durmuyorlar.
Bir İngiliz muharriri, Hitler'in bu nutkundan bahsederken, biraz sonra cereyan eden bir vak'ayı hatırlatıyor. Hitler İngiltere deki News Chroicle gazetesinin bir yazısından şikayet etmiş. Bu gazete Avusturalya üzerine yürümek üzere Bavyera hududunda kırk bin lejyonerin hazır halde beklediklerini yazmış. Hitler hemen köpürerek 'Bu zehri imal eden kimselerin uluslararası bolşeviklik yahudilerinden mürekkep bir ikilik olduğunu söylemekle bir taş ile iki kuş vurmaya, yani hem matbuatı, hem yahudileri halkın husumetine maruz bir hale sokmaya kalkmış.
İngiliz gazetecisi diyor ki ' Fakat üç hafta sonra, iki yüz bin Alman askeri tarafından Avusturalya'nın istilası News Chronicle gazetesindeki haberin doğruluğunu ispat etmiştir.'
Gazeteciler aleyhinde ki şikayetler yalnız nutuklarda, beyanatlarda kalmayarak diplomasi sahasına da intikal ediyor. Çünkü Hitler İngiltere ile Almanya arasında konuşmalara başlayabilmek için İngiliz matbuatının Almanya'ya karşı daha itilaf ister bir lisan takınmaları şartını koşmuş ve bunu Berlin'deki İngiliz sefirine tebliğ etmiş. İş İngiltere parlamentosuna aksedince, hükumet Almanya'ya karşı vaziyetini değiştirmesi için İngiliz matbuatı üzerinde baskı icra edilmeyeceğine dair teminat vermek mecburiyetinde kalmış.
Alman hükumet'inin matbuat hakkındaki düşüncesi Dr. Dietrich'in 7 mart 1938 tarihinde söylediği mühim bir nutkunda görüyoruz. Bu nutukta müdafaa edilen esaslı teze göre, matbuat asıl Almanya'da hakiki suretle hürdür. Kapitalist demokrasilerde böyle bir hürriyet yoktur. Çünkü Almanya hükumeti gazetecileri ferdi sorumluluğa tabi tutulmuş. Hürriyette sorumluluktan tevellüt edermiş. Bundan başka Dr.Dietrich 'Matbuatın tabi bir disipline riayet ettiği' memleketlerle matbuatta bir ademi tecavüz misakı imzalamaya hazır olduklarını da beyan etmiş. İngiliz muharriri bu dolambaçlı sözlerin gerçek manasını izah ederek 'Matbuatta tenkitten sakınmak için karşılıklı anlaşma metni yapmaktan maksat hükumet sansürünü milletler arası bir ölçü üzerinde genişletmekten ibaret.' Durum böyleyken matbuat yalancılıkla itham edilmekle beraber, Almanya'daki gerçek vaziyete dair doğru haberler verilmesine kimsenin bir diyeceği olmadığı da ilave edilmektedir.
Fakat burada zorluk Dr. Dcoebbeis'in bahsettiği bu gerçek vaziyet ile doğru haberlerin neler olduğunu kestirmektir. Times gazetesinin Berlin muhabiri gazetesine yazdığı bir mektupta 'Doğru bir surette havadis vermenin manasında ittifak edebilmek mümkün olsaydı ne iyi olurdu' diyor. Burası kestirmeye imkan olmadığı içindir ki, Almanlar canlarını sıkan gazetecileri, mesela ajans Havas muhabirini huduttan dışarı çıkarıveriyorlar.
Almanya'da sansür o kadar şiddet kazanmıştır ki Çekoslavakya vaziyetine dair İngiltere'deki kamuoyunun eğilimini Alman matbuatı aylarca konuşulmadan geçmeye mecbur kalmışlardır. Bu şiddet tabi yalnız Almanya'ya tekelinde değildi. Roma'daki Tribuna gazetesi'de bir gün el konmuş ve Paris'teki muhabiri geri çağrılmıştır. Çünkü bu muhabirin İtalya-Fransa münasebetine dair gönderdiği mektup hoşa gitmemiştir. Bu kadar şiddeti davet eden makalede ise iki memleket arasında dostane münasebetlerin muvafık olunacağından bahsediliyormuş.
Faşizm'in en gözde muharriri Musolini'nin fikirlerinin neşir vasıtası olan Gayda bile sansürün hışmına uğramaktan kurtulamamıştır. Geçen Ağustosta Giornale d'italia da Fransa aleyhinde yazdığı şiddetli bir makaleyi İtalyan sansürü gazetenin Roma'ya mahsus yayından çıkartmış, daha erken basılıp dağıtılmış olan taşra yayınlarını da toplattırmıştır.
Başka memleketlerin matbuatında ufak tenkitlere bile tahammül etmeyen gazeteler ise yabancı hükumetlerin dahili hallerine dair yanlış neşriyatta bulunmaktan kendilerini men edemiyorlar. Mesela Alman gazeteleri Danimarka'daki Alman azınlıkların lideri bulunan umumi harpte Alman ordusunda harp eden zatın Danimarka ordusunda hizmete mecbur edildiğini yazmışlar. Berlin'deki Danimarka sefiri bunun tamamen uydurma bir hikaye olduğunu temin ettikten sonra da gazetelerde hiçbir tekzip neşredilmemiş ve Danimarka aleyhindeki hücumlar devam etmiş.
Şu misaller bize gösteriyor ki gazetecilerin vaziyeti dünyanın hiç bir tarafında rahat değildir. Gazeteciler çile dolduruyorlar. Tamamen 'Vur abalıya' gibi bir vaziyet. Herkes kabahatini üzerinden atmaya ve gazetecilere yüklenmeye çalışıyor.
Sanırım yıl ne olursa olsun bazı şeyler değişmiyor, her mesleğin kendine has zorlukları var ama gazetecilerin işi oldukça zor....
Tarihsel belgelere ve araştırmalara dayalı alıntılar, makaleler, görseller ve hikayeler orjinal metni bozmadan türkçeleştirilerek ve yorumlar eşliğinde paylaşılmaktadır.
26 Şubat 2016 Cuma
6 Şubat 2016 Cumartesi
Shakespeare Festivalleri
Bugün sizinle bir festivalle ilgili yazı paylaşmak istedim. Tiyatronun üstadı sayılacak Shakespeare festivali. İrfan Konur'un Perde ve Sahnede yazmış olduğu bu festival yazısı umarım hoşunuza gider.
61 seneden beri, İngiltere'nin kalbinde Shakespeare'in doğum yeri olarak bütün dünyaca tanınmış bir küçük şehir olan Stratford-upon-Avon'da şairin piyesleri ile senelik festivaller yapılmaktadır. Hatta şimdi, harp içinde bile festival faaliyeti durmamıştır. Aşağıdaki makale Dünyaca meşhur bu festivalin nasıl ortaya çıktığını izah ediyor.
William Shakespeare 1616 da öldü. Fakat doğum yeri olan Stratford-upon-Avon, 18. asra kadar, milli ve uluslararası bir önemin mihrabı olmak kaderinden haberdar olmadı. Bu şehirde 23 nisan 1769 da ilk şenliği organize eden, büyük aktör David Garrick olmuştur. Gariptir ki bu şenlikte Shakespeare'in herhangi bir eseri oynanmadığı gibi, başlıca İngiltere'nin meşhur nisan yağmurları nedeni ile hiç bir başarıda elde etmemiştir.
1816 da, Shakespeare piyeslerinde ki şahıslardan birleşmiş muazzam bir alay sokaklarda cüretkarhane bir gösteriş yaptığı zaman, bu fikir bir adım daha atmış oldu. Keza Shakespeare'in 300. doğum yılında büyük bir kurum inşa edilmesi ile ikinci bir adım daha atılmış bulundu.
Bu son proje bilhassa Charles Dickens tarafından olmak üzere çok tenkitlere maruz kalmıştır. Ancak 1879 dadır ki Avon nehri kenarında sırf Shakespeare piyeslerini oynamak maksadı ile ilk tiyatro inşa edildi. Teklif edilen tiyatro büyük bir muhalefetle karşılandı. Gazeteler bu gayreti 'Cinnet' anlayışı etmeye meyilli gösteriyorlar ve 'Stratford seyircisini nereden bulacağını ümit ediyor?'diye soruyorlardı.
Bu muhalefete rağmen icap eden parayı temin için millete müracaat olundu ve şehir başta (şimdiki belediye reisi Sir Archibald Flower'ın amcası olan) Charles Flower olduğu halde amaç için gerekli parayı temin etti. Fakat memleketin diğer kısımları özel bir ilgi göstermemişlerdi. Bu sebeple şurası açık görülebilir ki festivalin nihayet tesisi sırf Stratford halkının kendi teşebbüsü mahsulü olmuştur. Stratford festivali tarihinde dönüm noktası şüphesiz o sırada kendi kumpanyası ile beraber turlar yapan genç bir aktör menejere yapılan, festivalin sorumluluğunu kabul etmesi teklifidir.
Bu genç adam F.R. Benson idi ki daha sonra Sir Frank Benson olmuş ve bu senenin başlarında ölmüştür. 30 sene kadar, yalnız geçici aralıklarla Frank Benson festival temsillerini üslendi. Ve hemen şehir sakinleri için F.R.B. yi ve aktörlerini her vardığında istasyonda karşılamak ve merasimle tiyatroya kadar götürmek adet oldu. O günler büyük işler günleri idi. Ve aynı zamanda mesut günlerdi. Benson kumpanyası amatör kriketcilerden teşekkül ediyordu. Ve uzun sakin İngiliz öğleleri sanki falstaf bir gol yapıyor yahut Hamlet koşarken yakalanmasına müsaade etmekle füturuna yeni şeyler ilave ediyor gibi top darbelerinin sesleri ile ihlal ediyordu.
Sonra 1914 geldi ve Bensoncuların çoğu daha korkunç bir sahnede rollerini oynamaya koştular. Festival mücadeleye devam etti. Fakat nihayet 1916 da kapandı. 1916 da şairinin ölümünün 300. yıl dönümü şerefine Drury Lane'in özel bir matinesinde idi ki, Haşmetli kral beşinci George, Shakespeare için Frank Banson'un büyük hizmetini, temsilde kullanılan bir kılıçla Kral locasında kendisine asalet yöneltmek sureti ile belirtmiş oldu.
Harpten sonra festivallere tekrar başlandı. Fakat bu sefer tiyatro faaliyetlerinde sivrilmiş genç bir adam olan W.Bridges Adams'ın idaresinde idi. Bu yeni şef temsillere yeni bir ruh kattı. İlk beş senenin zorlukları pek müthişti. Eski rejim zamanında programlar daima bir sürü 'Yıldız' ismi ile dolardı, fakat artık görünmez olmuştu. Mevsimin yirmi haftaya kadar genişletilmesi ile Bridges Adams bu yıldız sistemini gayri mümkün tatbik buldu. Ve onun yerine tek tek yıldızlardan ziyade bir heyetin ruhu üzerine dayanarak repertuvar usulünü ikame etti. Onun bu yeni siyaseti hak kazandı ve tiyatronun müdavimleri sürat le arttı.
1925 muhteşem bir başarı senesi oldu. Yüzlerce ziyaretçi giriş ücreti almak imkanını bulamadı. Ve doğum günü yemeğinde Bernard Shaw 'Ölmez hatırasına' içmeyi teklif ederek festivalin artık içinde bulundukları binaya sığmayacak hale geldiği hakkında ki Valinin ve Müdürün fikirlerine tercüman oldu. Yeni bir tiyatro inşa etmek hususundaki bu teklif orada bulunan halkı tipik Shaw çılgınlıklarından biri gibi harekete getirdi.
Fakat ertesi senenin ilk kısmında karar zorla yerine getirilebildi. 6 mart 1926 da Shakespeare Momarial Theatre tutuştu. Ve memleketin her tarafından koşup gelen itfaiye grupları onu harap olmaktan kurtaramadı. Bu önce büyük bir felaket gibi göründü. Zira kumpanya gelecek mevsim için provalar yapmakta idi. Fakat sonradan bu kıyafetini değiştirmiş bir saadet gibi geldi. Bernard Shaw bunu pek çabuk anlamıştı. Nitekim Bridges Adams büyük dramatisden kısaca 'Memnun olmalısınız' diyen bir tebrik telgrafı aldı. Yangından sonraki bir kaç saat içinde müdürler eskisinin yerinde yeni bir tiyatronun yükselmesi lazım geldiğini ilan ettiler. Ve festivalin icrasında bir ara vermiş olmamak için mahalli sinemayı geçici bir tiyatro halinde kullanmak için tadilata karar verdiler. Bridges Adams planlarını değişen şartlara intibak ettirdi. Ve yangından beş hafta sonra özel günde festival açıldı.
Altı sene sinema binası Shakespeare için bir vatan olmakta devam etti. Ve bu zaman içinde en büyük meseleyi neticelendirmek, yeni devre layık yeni bir tiyatro binası inşa etmek için önemli çalışmalar yapıldı. Tiyatro için kabul edilen plan bir kadınındı. Britanya Krallık Mimari Enstitüsü tarafından açılan özel bir müsabakada yüzlerce proje arasında Miss. Elizabeth Scott'un projesi seçilmişti.
23 nisan 1932 günü saat 2 de 40000 kadar halk yeniden inşa edilen tiyatronun açış resmini yapmaya uçak ile gelen veliahdı karşılamak için toplanmıştı. Bir elektrik düğmesine dokunur dokunmaz bir birlik sancağı, nisan meltemi içinde çırpındı ve yetmiş dürt milletin bayrakları onu takip etti. Yarım saat sonra dört borazan boruları üflediler. Ve perde İngiltere'nin dramatik tarihinde en büyük kültürel teşebbüsün üzerinde yükseldi.
O günden beri her sene dünyanın her bucağındaki Shakespeare hayranlarını temsil eden 200000 kişi tiyatroyu ziyaret etmektedir. 1935 de Bridges Adams Shakespeare ve Elizabet devri tiyatrosu üzerinde yaşayan en büyük otoritelerden biri olan şimdiki müdür B.Y.den Payne tarafından istihlaf edildi.
Bu zat selefi tarafından teşebbüs edilmiş olan 'misafir' sahneleri repertuvarda bir piyesin sahneye konuşu sorumluluğunu üzerine almaya davet usulünü tatbik etti. Bu davet edilenler arasında Tyrone Guthrie, Robert Atkins, Yrene Hentshel, H.K. Aylff, ve bilhassa sahneye konuşu ve temsil metodu en küçük bir muhalefet görmeden dünya ölçüsünde ilgi toplayan Theodore Komisarjevsky vardı. Festival kumpanyası için şimdi daha büyük bir gelecek hazırlanmış bulunmaktadır.
Londrada da bir mevsim, bir dünya turu, ve Stradford-upon-Avon da Shakespeare hakkında senelik beynelmilel bir konferans. 1939 nisanda perde sulh içinde bir memleket üzerinde yükselmişti. Eylülde harp içinde bir milletin üzerine indi. Gayri özel bir gelecek karşısında bütün kış ayları boyunca idareciler 1940 festivalleri için bir plan üzerinde çalıştılar.
Shakespeare bayrağı Memorial Theatre üzerinde dalgalanmakta devam etmelidir. Bu gün dalgalanıyor ve yarında böyle olmakta devam edecektir. Zira o bayrak hudutları parçalanmış olmayan o ruh dünyasında bir araya toplanan her ırktan ve inançtan erkek ve kadınların birleşmiş arzu ve emellerinin sembolüdür.
Bir festival hikayesi bir şeyi oluşturmak ve onu uluslararası boyutlara kavuşturmak hiçte kolay olmuyor ama inançla arkasında durulursa başarılamayacak hiç bir şeyde olmuyor yeter ki inancınız olsun. Büyük yazar ve şairi saygı ile anıyorum..
61 seneden beri, İngiltere'nin kalbinde Shakespeare'in doğum yeri olarak bütün dünyaca tanınmış bir küçük şehir olan Stratford-upon-Avon'da şairin piyesleri ile senelik festivaller yapılmaktadır. Hatta şimdi, harp içinde bile festival faaliyeti durmamıştır. Aşağıdaki makale Dünyaca meşhur bu festivalin nasıl ortaya çıktığını izah ediyor.

1816 da, Shakespeare piyeslerinde ki şahıslardan birleşmiş muazzam bir alay sokaklarda cüretkarhane bir gösteriş yaptığı zaman, bu fikir bir adım daha atmış oldu. Keza Shakespeare'in 300. doğum yılında büyük bir kurum inşa edilmesi ile ikinci bir adım daha atılmış bulundu.
Bu son proje bilhassa Charles Dickens tarafından olmak üzere çok tenkitlere maruz kalmıştır. Ancak 1879 dadır ki Avon nehri kenarında sırf Shakespeare piyeslerini oynamak maksadı ile ilk tiyatro inşa edildi. Teklif edilen tiyatro büyük bir muhalefetle karşılandı. Gazeteler bu gayreti 'Cinnet' anlayışı etmeye meyilli gösteriyorlar ve 'Stratford seyircisini nereden bulacağını ümit ediyor?'diye soruyorlardı.
Bu muhalefete rağmen icap eden parayı temin için millete müracaat olundu ve şehir başta (şimdiki belediye reisi Sir Archibald Flower'ın amcası olan) Charles Flower olduğu halde amaç için gerekli parayı temin etti. Fakat memleketin diğer kısımları özel bir ilgi göstermemişlerdi. Bu sebeple şurası açık görülebilir ki festivalin nihayet tesisi sırf Stratford halkının kendi teşebbüsü mahsulü olmuştur. Stratford festivali tarihinde dönüm noktası şüphesiz o sırada kendi kumpanyası ile beraber turlar yapan genç bir aktör menejere yapılan, festivalin sorumluluğunu kabul etmesi teklifidir.
Bu genç adam F.R. Benson idi ki daha sonra Sir Frank Benson olmuş ve bu senenin başlarında ölmüştür. 30 sene kadar, yalnız geçici aralıklarla Frank Benson festival temsillerini üslendi. Ve hemen şehir sakinleri için F.R.B. yi ve aktörlerini her vardığında istasyonda karşılamak ve merasimle tiyatroya kadar götürmek adet oldu. O günler büyük işler günleri idi. Ve aynı zamanda mesut günlerdi. Benson kumpanyası amatör kriketcilerden teşekkül ediyordu. Ve uzun sakin İngiliz öğleleri sanki falstaf bir gol yapıyor yahut Hamlet koşarken yakalanmasına müsaade etmekle füturuna yeni şeyler ilave ediyor gibi top darbelerinin sesleri ile ihlal ediyordu.
Sonra 1914 geldi ve Bensoncuların çoğu daha korkunç bir sahnede rollerini oynamaya koştular. Festival mücadeleye devam etti. Fakat nihayet 1916 da kapandı. 1916 da şairinin ölümünün 300. yıl dönümü şerefine Drury Lane'in özel bir matinesinde idi ki, Haşmetli kral beşinci George, Shakespeare için Frank Banson'un büyük hizmetini, temsilde kullanılan bir kılıçla Kral locasında kendisine asalet yöneltmek sureti ile belirtmiş oldu.
Harpten sonra festivallere tekrar başlandı. Fakat bu sefer tiyatro faaliyetlerinde sivrilmiş genç bir adam olan W.Bridges Adams'ın idaresinde idi. Bu yeni şef temsillere yeni bir ruh kattı. İlk beş senenin zorlukları pek müthişti. Eski rejim zamanında programlar daima bir sürü 'Yıldız' ismi ile dolardı, fakat artık görünmez olmuştu. Mevsimin yirmi haftaya kadar genişletilmesi ile Bridges Adams bu yıldız sistemini gayri mümkün tatbik buldu. Ve onun yerine tek tek yıldızlardan ziyade bir heyetin ruhu üzerine dayanarak repertuvar usulünü ikame etti. Onun bu yeni siyaseti hak kazandı ve tiyatronun müdavimleri sürat le arttı.
1925 muhteşem bir başarı senesi oldu. Yüzlerce ziyaretçi giriş ücreti almak imkanını bulamadı. Ve doğum günü yemeğinde Bernard Shaw 'Ölmez hatırasına' içmeyi teklif ederek festivalin artık içinde bulundukları binaya sığmayacak hale geldiği hakkında ki Valinin ve Müdürün fikirlerine tercüman oldu. Yeni bir tiyatro inşa etmek hususundaki bu teklif orada bulunan halkı tipik Shaw çılgınlıklarından biri gibi harekete getirdi.

Altı sene sinema binası Shakespeare için bir vatan olmakta devam etti. Ve bu zaman içinde en büyük meseleyi neticelendirmek, yeni devre layık yeni bir tiyatro binası inşa etmek için önemli çalışmalar yapıldı. Tiyatro için kabul edilen plan bir kadınındı. Britanya Krallık Mimari Enstitüsü tarafından açılan özel bir müsabakada yüzlerce proje arasında Miss. Elizabeth Scott'un projesi seçilmişti.
23 nisan 1932 günü saat 2 de 40000 kadar halk yeniden inşa edilen tiyatronun açış resmini yapmaya uçak ile gelen veliahdı karşılamak için toplanmıştı. Bir elektrik düğmesine dokunur dokunmaz bir birlik sancağı, nisan meltemi içinde çırpındı ve yetmiş dürt milletin bayrakları onu takip etti. Yarım saat sonra dört borazan boruları üflediler. Ve perde İngiltere'nin dramatik tarihinde en büyük kültürel teşebbüsün üzerinde yükseldi.
O günden beri her sene dünyanın her bucağındaki Shakespeare hayranlarını temsil eden 200000 kişi tiyatroyu ziyaret etmektedir. 1935 de Bridges Adams Shakespeare ve Elizabet devri tiyatrosu üzerinde yaşayan en büyük otoritelerden biri olan şimdiki müdür B.Y.den Payne tarafından istihlaf edildi.
Bu zat selefi tarafından teşebbüs edilmiş olan 'misafir' sahneleri repertuvarda bir piyesin sahneye konuşu sorumluluğunu üzerine almaya davet usulünü tatbik etti. Bu davet edilenler arasında Tyrone Guthrie, Robert Atkins, Yrene Hentshel, H.K. Aylff, ve bilhassa sahneye konuşu ve temsil metodu en küçük bir muhalefet görmeden dünya ölçüsünde ilgi toplayan Theodore Komisarjevsky vardı. Festival kumpanyası için şimdi daha büyük bir gelecek hazırlanmış bulunmaktadır.
Londrada da bir mevsim, bir dünya turu, ve Stradford-upon-Avon da Shakespeare hakkında senelik beynelmilel bir konferans. 1939 nisanda perde sulh içinde bir memleket üzerinde yükselmişti. Eylülde harp içinde bir milletin üzerine indi. Gayri özel bir gelecek karşısında bütün kış ayları boyunca idareciler 1940 festivalleri için bir plan üzerinde çalıştılar.
Shakespeare bayrağı Memorial Theatre üzerinde dalgalanmakta devam etmelidir. Bu gün dalgalanıyor ve yarında böyle olmakta devam edecektir. Zira o bayrak hudutları parçalanmış olmayan o ruh dünyasında bir araya toplanan her ırktan ve inançtan erkek ve kadınların birleşmiş arzu ve emellerinin sembolüdür.
Bir festival hikayesi bir şeyi oluşturmak ve onu uluslararası boyutlara kavuşturmak hiçte kolay olmuyor ama inançla arkasında durulursa başarılamayacak hiç bir şeyde olmuyor yeter ki inancınız olsun. Büyük yazar ve şairi saygı ile anıyorum..
5 Şubat 2016 Cuma
İstanbul da ilk sinema ve ilk gramofon
Biraz ilklerden başlamışken sizinle sevimli bir yazı paylaşmak istedim. Yine Muhsin Ertuğrul'un Perde ve Sahnesinde Üstat Ercüment Ekrem Talu'nun yazmış bulunduğu İstanbul da İlk Sinema ve İlk Gramofon adlı yazısı. Umarım beğenirsiniz.
Çocuktum. Sekiz dokuz yaşlarında vardım. Tam senesini söyleyemeyeceğim ama galiba 1896-1897 sıralarında idi. Bir cumartesi günü rahmetli ağabeyim Nejat'la beraber okuldan çıktık, Cihangirdeki evimize gidecektik. Nihari arkadaşlarımızdan biri yolumuzu kesti:
-Haberiniz var mı? dedi. Şurada Sponek'in salonunda bugün Sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar, yeni icat olmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.
Ağabeyimle ben, çocuğu bizimle alay ediyor sandık. Fakat o bizimle gayet samimi konuşuyordu. İlave etti:
-Saat dörtte başlayacakmış, ben gideceğim.
-Belkide geliriz diyerek, ondan ayrıldık.
Öğleden sonra evden izin koparmak kolay oldu. Babamında keyfiyetten haberi varmış. Bu yeni icadı görmemize bizi teşvik bile etti. Sponek, tramvayın Galatasaray dönemecinde, şimdi bir barın işgali altında bulunan, o zamanın tanınan bir birahanesi idi. İçerisi gayet geniş, kuytu ve serindi. O gün esas sanatını terk etmiş, bir temaşa salonu haline getirilmişti.
Kapıdan onar kuruş- -O zaman için önemli para- giriş ücreti vererek içeri girdik. Erken davranmışız. En ön sırada yer bulduk, geçtik oturduk. Zaten çok kalabalık olmadı. Sıralar dolmadı bile.
Nerede sinemalara şimdiki çok istemek? O tarihte halk zevk ve sefaya daha dahamı az düşkündü? Yeniliklere karşı dahamı az meraklı idi? Yoksa cuma, cumartesi, pazar demeyip tatil etmeden, dinlenme ihtiyacı duymadan, devamlı çalışıp kazanmayı her şeye tercih ediyordu da ondan mı? gündüze rastlayan 'eğlenceler ve hatta o devirde İstanbul'u sık sık ziyaret eden yabancı tiyatro, opera, operet, sirk kumpanyalarının metinleri (gündüz temsilleri) ekseriyetle tenha olurdu.
Karşımızda bir, bir buçuk metre karelik beyaz perde duruyordu. Bizde buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvarlardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf...Asrın harikası...Andlozya'da boğa güreşi....Şimendifer le seyahat...Bu ibareler, içimizdeki merakı körüklemeden başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birden bire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim, gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı, buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse taktir edemediğinden pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O zamanlar İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamidin kuruntusu elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının gereğini izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş... Hepsi sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki.. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi... Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya bende korkmadım değil, lakin merak galip gelip beni iskemleme mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti. ..gitti..
İki dakika kadar ara verdiler. Bu sefer bir boğa güreşi seyrediyoruz. Azılı hayvanlar perdede üstümüze doğru seğirttikçe yüreğimiz ağzımıza geliyor. Bu film daha yaman, onu önceden göstermiş olsalardı, salonda kimsecikler kalmazdı. Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu. Bütün bu temaşa yarım saat sürdü. Seans geceye kadar daha bir kaç defa yenilenecekti. Çıktık.
Bilimin bu harikasını birbirimize izaha çalışıyorduk. Aklımız bir türlü ermiyordu. Okulda bunun münakaşası haftalarca sürdü. İstanbul halkı da genellikle bu mevzu üzerinde konuşuyordu. Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe, istiğfar ediyor, ileri fikirler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı. İşte ilk sinema, sinematograf namı altında İstanbul'a böyle geldi, böyle başladı.
İlk gramofon-o zamanki adı ile fonograf- da yine bize o tarihlerde gelmiştir. Benim ilk dinlediğim alet borusuzdu ve diyaframının üzerinde uzatılmış olup uçları kulaklara sokulan çift lastik ile sedayı naklederdi. Plak yerine de bal mumundan özel tarzda yapılmış üstünavi kovanlar kullanılırdı. Bu kovanların bir iyiliği vardı. Yine özel bir cihaz - tertip sayesinde kovanları silmek ve yeniden doldurmak kabildi. Bu suretle dinlediğimiz sazende veya hanendeyi davet eder, sevdiğiniz havalarla bizzat kovan doldurabilirdiniz.
Bu ilk fonografı İstanbul'a herkesten önce Beyoğlunda Parma kapıda eczanesi bulunan kimyager meşhur Dellasuda Faik paşa getirmişti. İsteyen eczaneye gidip bir kuruş - o zaman kıymetli gümüş kuruşu- mukabilinde bir veya iki kovan dinleyebiliyordu. Hiç unutmam, ben bu suretle Fransız edibi Emile Zola'nın güç anlaşılır bir nutkunu ve birde Enclume adlı bir polka'yı ilk olarak dinlemiştim. Fonograf ucuz ve portatif olduğu için memleketimizde sinematograf tan daha çabuk yayıldı. İstanbul tarafında fonograf ve kovan ticareti yapan müteaddit mağazalar açıldı. Beyoğlun da Odeon tiyatrosunda açılan ilk sinema bundan iki yıl sonradır.
Nedense ilkler her zaman dikkatimi çeker, Mesela geçenlerde ilk nota ve müziği merak etmiştim ve bir arkadaşım paylaşmış dinledim ve çok beğendim dinlendirici ve oldukça güzeldi. Bulunuşunu araştırdım işin ilginç yanı 1923'e kadar İzmir Buca da bulunması idi. Seikilos karısı ve oğlunun mezarına yazmış ve sözleri çok anlamlı .'Yaşadığın sürece dertsiz tasasız ol, ve hiç bir şeyin seni üzmesine izin verme, hayat çok kısa ve zaman her şeye gebedir' yani bugün içinde geçerli olabilecek bir söz ve bu söz neredeyse m.ö. ait. ilginç değil mi? Aslında bazı şeyler değişmiyor sanırım.
Bir şeylerle ilk karşılaştığımızda merakımızı çeker. İlk televizyonla karşılaşmam, ilk cep telefonu ve yaşanan acemilikler onlara verilen önemler günümüze baktığımızda geldiğimiz noktada artık nerede ise zirve yaptı, desek de yine yeni yeni şeyler çıkacak ve hayatımıza girecektir. Tabi bütün bunları doğayı tahrip etmeden uyum içinde gerçekleştirebilmek en iyi seçenek olacaktır. Yoksa bazı gelişimler insan yaşamında bir çok tehlikeli olasılıkları da beraberinde getirebiliyor.
Her yaşananın insanda çocukça duygular bırakması ve mutlu olması dileği ile....

-Haberiniz var mı? dedi. Şurada Sponek'in salonunda bugün Sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar, yeni icat olmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.
Ağabeyimle ben, çocuğu bizimle alay ediyor sandık. Fakat o bizimle gayet samimi konuşuyordu. İlave etti:
-Saat dörtte başlayacakmış, ben gideceğim.
-Belkide geliriz diyerek, ondan ayrıldık.
Öğleden sonra evden izin koparmak kolay oldu. Babamında keyfiyetten haberi varmış. Bu yeni icadı görmemize bizi teşvik bile etti. Sponek, tramvayın Galatasaray dönemecinde, şimdi bir barın işgali altında bulunan, o zamanın tanınan bir birahanesi idi. İçerisi gayet geniş, kuytu ve serindi. O gün esas sanatını terk etmiş, bir temaşa salonu haline getirilmişti.
Kapıdan onar kuruş- -O zaman için önemli para- giriş ücreti vererek içeri girdik. Erken davranmışız. En ön sırada yer bulduk, geçtik oturduk. Zaten çok kalabalık olmadı. Sıralar dolmadı bile.
Nerede sinemalara şimdiki çok istemek? O tarihte halk zevk ve sefaya daha dahamı az düşkündü? Yeniliklere karşı dahamı az meraklı idi? Yoksa cuma, cumartesi, pazar demeyip tatil etmeden, dinlenme ihtiyacı duymadan, devamlı çalışıp kazanmayı her şeye tercih ediyordu da ondan mı? gündüze rastlayan 'eğlenceler ve hatta o devirde İstanbul'u sık sık ziyaret eden yabancı tiyatro, opera, operet, sirk kumpanyalarının metinleri (gündüz temsilleri) ekseriyetle tenha olurdu.
Karşımızda bir, bir buçuk metre karelik beyaz perde duruyordu. Bizde buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvarlardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf...Asrın harikası...Andlozya'da boğa güreşi....Şimendifer le seyahat...Bu ibareler, içimizdeki merakı körüklemeden başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birden bire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim, gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı, buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse taktir edemediğinden pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O zamanlar İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamidin kuruntusu elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının gereğini izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş... Hepsi sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki.. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi... Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya bende korkmadım değil, lakin merak galip gelip beni iskemleme mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti. ..gitti..

Bilimin bu harikasını birbirimize izaha çalışıyorduk. Aklımız bir türlü ermiyordu. Okulda bunun münakaşası haftalarca sürdü. İstanbul halkı da genellikle bu mevzu üzerinde konuşuyordu. Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe, istiğfar ediyor, ileri fikirler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı. İşte ilk sinema, sinematograf namı altında İstanbul'a böyle geldi, böyle başladı.
İlk gramofon-o zamanki adı ile fonograf- da yine bize o tarihlerde gelmiştir. Benim ilk dinlediğim alet borusuzdu ve diyaframının üzerinde uzatılmış olup uçları kulaklara sokulan çift lastik ile sedayı naklederdi. Plak yerine de bal mumundan özel tarzda yapılmış üstünavi kovanlar kullanılırdı. Bu kovanların bir iyiliği vardı. Yine özel bir cihaz - tertip sayesinde kovanları silmek ve yeniden doldurmak kabildi. Bu suretle dinlediğimiz sazende veya hanendeyi davet eder, sevdiğiniz havalarla bizzat kovan doldurabilirdiniz.
Bu ilk fonografı İstanbul'a herkesten önce Beyoğlunda Parma kapıda eczanesi bulunan kimyager meşhur Dellasuda Faik paşa getirmişti. İsteyen eczaneye gidip bir kuruş - o zaman kıymetli gümüş kuruşu- mukabilinde bir veya iki kovan dinleyebiliyordu. Hiç unutmam, ben bu suretle Fransız edibi Emile Zola'nın güç anlaşılır bir nutkunu ve birde Enclume adlı bir polka'yı ilk olarak dinlemiştim. Fonograf ucuz ve portatif olduğu için memleketimizde sinematograf tan daha çabuk yayıldı. İstanbul tarafında fonograf ve kovan ticareti yapan müteaddit mağazalar açıldı. Beyoğlun da Odeon tiyatrosunda açılan ilk sinema bundan iki yıl sonradır.
Nedense ilkler her zaman dikkatimi çeker, Mesela geçenlerde ilk nota ve müziği merak etmiştim ve bir arkadaşım paylaşmış dinledim ve çok beğendim dinlendirici ve oldukça güzeldi. Bulunuşunu araştırdım işin ilginç yanı 1923'e kadar İzmir Buca da bulunması idi. Seikilos karısı ve oğlunun mezarına yazmış ve sözleri çok anlamlı .'Yaşadığın sürece dertsiz tasasız ol, ve hiç bir şeyin seni üzmesine izin verme, hayat çok kısa ve zaman her şeye gebedir' yani bugün içinde geçerli olabilecek bir söz ve bu söz neredeyse m.ö. ait. ilginç değil mi? Aslında bazı şeyler değişmiyor sanırım.
Bir şeylerle ilk karşılaştığımızda merakımızı çeker. İlk televizyonla karşılaşmam, ilk cep telefonu ve yaşanan acemilikler onlara verilen önemler günümüze baktığımızda geldiğimiz noktada artık nerede ise zirve yaptı, desek de yine yeni yeni şeyler çıkacak ve hayatımıza girecektir. Tabi bütün bunları doğayı tahrip etmeden uyum içinde gerçekleştirebilmek en iyi seçenek olacaktır. Yoksa bazı gelişimler insan yaşamında bir çok tehlikeli olasılıkları da beraberinde getirebiliyor.
Her yaşananın insanda çocukça duygular bırakması ve mutlu olması dileği ile....
4 Şubat 2016 Perşembe
Semiha 2
Gel zaman, git zaman, Şehir tiyatrosu namına, birde 'Operet' hoppalığı takmışlardı. Kim yoğurdu, kim taradı, orasını bilmiyorum ama bu iş daha ziyade Semiha'ya yaradı. Emsalsiz bir sese sahip olan bu yeni arkadaş için öyle bir saha açılmıştı ki, kendi akranları ile yarışta en önde gideceği muhakkaktı. Nitekim de öyle oldu.
Bir gece tiyatromuza şeref veren 'Milli Şef' ki o zaman baş vekildi, Semiha'nın sesini ve söyleyiş tarzını duyup görünce, onu Avrupa ya tahsile göndermesini, Vali Üstündağ'a tavsiye etmişti. Ondan sonra Allah yürü ya kulum demiş olacak ki, geçenlerde radyo vasıtası ile üfürdüğü sesi, semayı kaplayıp, dalgalar halinde evlerimize yayılarak odalarımıza kadar girdi.
Ve böylece Türk kadınlarının 'İlk opera sanatkarı' unvanını aldı. Bu 'ilk' lik kadar, hayatta ne hoşa gider? Her şeyin 'İlk'inin kıymetine paha biçilemez. İlk meyveler, ilk çiçekler, ilk sebzelerde olduğu gibi, insanların yarattıkları sanat ve meslek bakımından da 'İlk' lik parayla, pulla, güzellikle, zorbalıkla, elde edilecek şereflerden değildir. Allah onu bazı sevgili kullarına ihsan eder. Kıymet ölçüsü, kendisinden sonra gelenlerin kat kat aşağısında da kalsa, İlk matbaacı, ilk şair, ilk tiyatro ilk yazar, ilk ressam, ilk Padişah, ilk Başvekil, bir ayrılık arz eder ki,işte ben bu 'ilk' lere öteden beri hayran olur giderim. Benim çocuk ruhlu arkadaşım Semiha da, Türk temeşa tarihinde bu ' ilk' lik şerefini kazanmış bir bahtiyardır.
'Çocuk ruhlu' dememe şimdi belki şaşarsınız. Onu yakından tanımayan, sesini radyoda, vücudunu opera sahnesinde görenler, yaşını başını almış, ağır başlı bir kadın zannederler. Halbuki Semiha daha çok gençtir. Almanya da kazandığı başarılar, yaşı ile kıyas edilir şekilde değildir. Berlin sefaretinde verdiği konserde bulunan Hariciye Nazırı 'Fon Ribbentrop' onu uzun uzun alkışlamış, 'büyük bir sese sahipsiniz' diye elini sıkarken, bir sanatkara gösterilen saygıyı tekrarlamıştı. Propaganda Nezareti ona bütün Alman operalarının kapılarını açtırmıştı.
Bir, iki, üç radyo, onu mikrofonu başında görmek için meşhur menajer Hermon Gail'i peşinden koşturmuşlardır. Kassel operası bir senelik kontrat yapmak için araya vasıtalar koyuyordu.
7 Nisan 1940 da Ankara Devlet Konservatuvarlarının tertip ettiği Wagner gününde Riyaseti Cumhur Filarmonik Orkestrasının refakati ile söylediği eserleri, Milli Şef de dinlemek teveccühünü göstermiş ve ona:
-Sesiniz çok güzel, mağrur olmayınız, çalışınız, bu işin başında olarak devam ediniz, sizi daima bu işin başında görmek isterim, demişti.
İşte bütün bunlara rağmen Semiha 'Çocuk' ruhludur. Büyüdüğü halde evlenmeyi düşünmez. Sanatına aşıktır. Günün altı, yedi saati onunla dudak dudağa dır. Gündüz pokeri, akşam çayı, gece balosu onu alakadar etmez. İstirahat zamanında yalnız güler. Gülmek için konu arar icat eder.
Kadın olmasına rağmen dedikodu nedir bilmez. Bir grup seyrinin verdiği zevki, bin çay yerine getiremez. 'Sonbaharda kızarmış büyük yapraklardan, koyu, yaş kabarık topraktan, Wagner'in operalarından duyduğum heyecana benzer bir hisle sarhoş gibi olurum' derdi.
Dünyayı daima cennet gibi gören Semiha ya dikkatle bakacak olursanız, tam bir sanatkar ruhu görürsünüz. Sanatkar ruhu da !Çocuk ruhu' na ne kadar benziyor.
Resim yapan, yazdığı hikayeleri mecmualarda yer alan 'Dram' ile sanata giren 'Operet' ile göze çarpan ve nihayet opera ile yükselmeye başlayan Semiha, Boğaz içinin Çengel köyünde doğmuştur. Babası Ziya Cenap, İstanbul Merkez Bankası memurlarındandır. Doğduğu tarih? Nenize lazım. Her ne kadar daha yaşını saklayacak çağa gelmedi ama ilerisi için bir senet olur. 'genç'tir. Yaşı hakkında bu kadar malumat kafi...
Semiha'nın erken ölen annesi de resim yapar ve şarkı söylermiş. Babasının da sesinin güzelliğinden bahsederler. Semiha der ki:
Annemle babamda büyük sahne yetenekleri vardı... Ne yazık ki, onlar geçen devirlerin tarafına kurban gittiler.
O Almanya dan döndükten sonra, İstanbul Konservatuvarına öğretmen olmuştu. Ama Almanya da büyük bir yetenek göstererek altı senelik tahsil süresini üç seneye sıkıştırıp diplomasını alırken, öğretmen olacağım diye değil, Opera sanatkarı olacağım diye sevinmişti. Öğretmen olarak kalmasına Muhsin de razı değildi. Onu ilk fırsatta Öğretmenlikten alıp,Ankara ya Opera sanatkarlığına gönderdi.
İyi ve temiz yürekli Semiha ...Senin hakkında o kadar çok ve o kadar çok güzel yazılacak şeyler var ki, bir mecmuanın bir nüshasına sığacak gibi değil. Hatıraların ve başarıların hafızamda korunuyor. Bundan sonrakileri de dikkatle takip ediyorum. Sen ne kadar çok alkışlanır isen o kadar sevinir ve sevincimi de aleme öylece ilan ederim...
Böylesine güzel yazılmış bir insan hakkında ne yorum yapılabilir ki saygı ve sevgi belirtmekten başka...

Ve böylece Türk kadınlarının 'İlk opera sanatkarı' unvanını aldı. Bu 'ilk' lik kadar, hayatta ne hoşa gider? Her şeyin 'İlk'inin kıymetine paha biçilemez. İlk meyveler, ilk çiçekler, ilk sebzelerde olduğu gibi, insanların yarattıkları sanat ve meslek bakımından da 'İlk' lik parayla, pulla, güzellikle, zorbalıkla, elde edilecek şereflerden değildir. Allah onu bazı sevgili kullarına ihsan eder. Kıymet ölçüsü, kendisinden sonra gelenlerin kat kat aşağısında da kalsa, İlk matbaacı, ilk şair, ilk tiyatro ilk yazar, ilk ressam, ilk Padişah, ilk Başvekil, bir ayrılık arz eder ki,işte ben bu 'ilk' lere öteden beri hayran olur giderim. Benim çocuk ruhlu arkadaşım Semiha da, Türk temeşa tarihinde bu ' ilk' lik şerefini kazanmış bir bahtiyardır.
'Çocuk ruhlu' dememe şimdi belki şaşarsınız. Onu yakından tanımayan, sesini radyoda, vücudunu opera sahnesinde görenler, yaşını başını almış, ağır başlı bir kadın zannederler. Halbuki Semiha daha çok gençtir. Almanya da kazandığı başarılar, yaşı ile kıyas edilir şekilde değildir. Berlin sefaretinde verdiği konserde bulunan Hariciye Nazırı 'Fon Ribbentrop' onu uzun uzun alkışlamış, 'büyük bir sese sahipsiniz' diye elini sıkarken, bir sanatkara gösterilen saygıyı tekrarlamıştı. Propaganda Nezareti ona bütün Alman operalarının kapılarını açtırmıştı.

7 Nisan 1940 da Ankara Devlet Konservatuvarlarının tertip ettiği Wagner gününde Riyaseti Cumhur Filarmonik Orkestrasının refakati ile söylediği eserleri, Milli Şef de dinlemek teveccühünü göstermiş ve ona:
-Sesiniz çok güzel, mağrur olmayınız, çalışınız, bu işin başında olarak devam ediniz, sizi daima bu işin başında görmek isterim, demişti.
İşte bütün bunlara rağmen Semiha 'Çocuk' ruhludur. Büyüdüğü halde evlenmeyi düşünmez. Sanatına aşıktır. Günün altı, yedi saati onunla dudak dudağa dır. Gündüz pokeri, akşam çayı, gece balosu onu alakadar etmez. İstirahat zamanında yalnız güler. Gülmek için konu arar icat eder.
Kadın olmasına rağmen dedikodu nedir bilmez. Bir grup seyrinin verdiği zevki, bin çay yerine getiremez. 'Sonbaharda kızarmış büyük yapraklardan, koyu, yaş kabarık topraktan, Wagner'in operalarından duyduğum heyecana benzer bir hisle sarhoş gibi olurum' derdi.
Dünyayı daima cennet gibi gören Semiha ya dikkatle bakacak olursanız, tam bir sanatkar ruhu görürsünüz. Sanatkar ruhu da !Çocuk ruhu' na ne kadar benziyor.
Resim yapan, yazdığı hikayeleri mecmualarda yer alan 'Dram' ile sanata giren 'Operet' ile göze çarpan ve nihayet opera ile yükselmeye başlayan Semiha, Boğaz içinin Çengel köyünde doğmuştur. Babası Ziya Cenap, İstanbul Merkez Bankası memurlarındandır. Doğduğu tarih? Nenize lazım. Her ne kadar daha yaşını saklayacak çağa gelmedi ama ilerisi için bir senet olur. 'genç'tir. Yaşı hakkında bu kadar malumat kafi...

Annemle babamda büyük sahne yetenekleri vardı... Ne yazık ki, onlar geçen devirlerin tarafına kurban gittiler.
O Almanya dan döndükten sonra, İstanbul Konservatuvarına öğretmen olmuştu. Ama Almanya da büyük bir yetenek göstererek altı senelik tahsil süresini üç seneye sıkıştırıp diplomasını alırken, öğretmen olacağım diye değil, Opera sanatkarı olacağım diye sevinmişti. Öğretmen olarak kalmasına Muhsin de razı değildi. Onu ilk fırsatta Öğretmenlikten alıp,Ankara ya Opera sanatkarlığına gönderdi.
İyi ve temiz yürekli Semiha ...Senin hakkında o kadar çok ve o kadar çok güzel yazılacak şeyler var ki, bir mecmuanın bir nüshasına sığacak gibi değil. Hatıraların ve başarıların hafızamda korunuyor. Bundan sonrakileri de dikkatle takip ediyorum. Sen ne kadar çok alkışlanır isen o kadar sevinir ve sevincimi de aleme öylece ilan ederim...
Böylesine güzel yazılmış bir insan hakkında ne yorum yapılabilir ki saygı ve sevgi belirtmekten başka...
3 Şubat 2016 Çarşamba
Semiha
Bugünde sizinle ilk opera sanatçımız olan Semiha Berksoy'u paylaşmak istedim. Birazda müziğe değinelim dedim. Vasfi Rıza Zobu'nun 1941 de Muhsin Ertuğrul'un Perde ve Sahne eserinde Semiha Berksoy ile ilgili yazdığı yazı umarım beğenirsiniz.

1936 senesi. Burgaz adasında ' Kaçakçılar' isimli ilk sesli Türk filmi çevriliyor. Bir sene önce güzellik kraliçeliğini kazanmış olan Feriha Tevfik, frenk diyarındaki hem cinsleri gibi sinema perdesinde görünmeye razı gösterilmiş, bu filmde verdikleri baş kadın rolünü başarmak içinde Muhsin Ertuğrul'un rejisörlüğü altında çalışmaya başlamıştı.
O filmde rolüm yoktu ama hem arkadaşları görmek, hemde arkadaşların bu sessiz sanatı nasıl dile getireceklerini görmek sevdası ile bende Burgaz'a gitmiştim.
Yüzleri boyalı sanatkarları, kolları sıvalı, göğüsleri üryan bir rejisör ve operatörlerden başka bir grup daha vardı ki, ekran haricinde kalmış, taşların üstüne ilişmiş, oynayanları seyrediyor, rejisör dinliyor, operatörlerin hareketlerini kaçırmıyordu. Bunlarda bizdik. Yani seyirciler.
Bu seyircilerin içinde, yaşına göre uzun boylu, hayat bilgisine göre zeki yaradılışlı, öğrenci çağında olmasına rağmen alımlı hareketleri ile bir genç kızda, lakayt ve isteksiz bakışları ile aramızda dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum. O devirde tiyatroya hevesli genç kız bulmak, bugün sulh'e çare bulmak kadar güç ve akıbeti karanlıktı. Gazetelerle ilan eder, dostların kulaklarını doldurur, tahsil yolunda eli ayağı düzgün lise öğrencilerine kollarımızı açar, tiyatro hevesini aşılamaya çalışırdık.
Burgaz'da film seyretmeye gelen bu kız çocuğunu da görünce: 'Acaba hevesi mi var?' ümide kapılmış, Muhsin'in, işten mola verdiği zamanda ' Kuzum şu küçük kız kim?' diye sormuştum.
-Feriha'nın akrabası imiş. Onu seyre gelmiş.
- Hevesli mi?
- Yok canım...Biraz önce Hazım 'Sizde filmde oynamak ister misiniz? diye sordu.
-Ne cevap verdi?
-Hiç böyle bir şey düşünmedim, ben şimdi liseyi bitirmeye çalışıyorum, dediğini duydum.
-Sonrası için ümit yok mu acaba?
-Zannetmem. Eğer öyle olsaydı, liseyi bitireyim de ondan sonra derdi.
-Yazık...
1931 senesi idi,Maarif Vekaleti, Tepe başı tiyatro binasında Darülbedayi nin idaresi altında bir 'Tiyatro okulunun açılmasını uygun gördü. Bizde sevindik. O tarihi ahşap binanın yukarı katında ki bir odasında devede kulak bir tahsisatla okul kuruldu. Bu okula kimler girdi. Ve o tavan arasında ki oda, bugünkü tiyatro sahnesine ne kıymetli sanatkarlar yetiştirdi, bunları anlatmak uzun olur. Fakat o ışıldayan sanat kıvılcımını parlatmak, sonra onun ziyasında zevklenmek için, içten gelen nefesinizle körükler ve çatısı altına giren çıkanı kontrol ederken gözüme bir genç kız ilişti ki, hiçte yabancım değildi.
Alnından kesilmiş kaküller ile o devrin göklerde gezen sinema kadını Kolin Mur'a benzeyen bu kızı bir yerde görmüştüm ama nerede?
-Bu kız kim?
-Yeni geldi. Tiyatro okulunda öğrenci.
-Adı neymiş?
-Semiha.
-Semiha..Tanıyamadım.. Hangi okuldan gelmiş?
-Lisede okumuş. Sonra Güzel Sanatlar Akademisine girmiş. Şimdi de Konservatuvar da imiş.
-Ne yapıyormuş orada?
-Şan dersi alıyormuş.
-Demek sesi de var.
-Öyle diyorlar...
Şayet bir gün bizde de bir opera olursa...
-Ne latifeci adamsın, Nereden aklına gelir böyle tuhaf şeyler. Bizde de opera olursa...Allah müstahakını versin...Katılttın beni gülmekten...
- Muhsinciğim uğurlu kademli olsun. Yeni bir kız öğrencin daha gelmiş. Hem sesi de varmış.
-Ha..Semiha mı?
-Evet..Nasıl, bir şey olacak mı dersin?
-İstidadı var. Çalışırsa olur. Hem sen onu Burgaz dan tanırsın.
-Ne münasebet.
-'Kaçakçılar' filmini çevirirken Feriha Tevfik ile seyre gelmişi.
-Ha...Şimdi tanıdım. Ama o zaman hiç hevesi yoktu.
-Şimdi olmuş işte.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk opera sanatkarını ben böyle tanımıştım. 1932-33 tiyatro sezonunda Semiha ilk defa sahneye' Hile ve Sevgi' piyesindeki Luize Müller rolü ile çıktı. Provalarında fena değildi. Oyun gecesi de pek ala geçti. Muhsin yeni yetişenlerde ufak bir istidat görünce artık onun yakasını kolay kolay bırakmaz. Ertesi sene 1933-34 kendisi bir piyes oynayacaktı. Seniha Göknil'in tercüme ettiği nefis bir eserdi 'Güneş Batarken'...
Muhsin'in önemi ile prova ettiği bu piyeste Klotilt isimli güzel bir rol vardı. Semiha için bu rol ideal olabilirdi. Muhsin bu rolü kesti, biçti, bu genç kızın ruhunun içine öyle bir döşedi ve dayadı ki, temsili takip eden bizler, aynı zamanda yeni bir sanatkarın doğuşunu da seyretmiş olduk.
Devam edecek..

1936 senesi. Burgaz adasında ' Kaçakçılar' isimli ilk sesli Türk filmi çevriliyor. Bir sene önce güzellik kraliçeliğini kazanmış olan Feriha Tevfik, frenk diyarındaki hem cinsleri gibi sinema perdesinde görünmeye razı gösterilmiş, bu filmde verdikleri baş kadın rolünü başarmak içinde Muhsin Ertuğrul'un rejisörlüğü altında çalışmaya başlamıştı.
O filmde rolüm yoktu ama hem arkadaşları görmek, hemde arkadaşların bu sessiz sanatı nasıl dile getireceklerini görmek sevdası ile bende Burgaz'a gitmiştim.
Yüzleri boyalı sanatkarları, kolları sıvalı, göğüsleri üryan bir rejisör ve operatörlerden başka bir grup daha vardı ki, ekran haricinde kalmış, taşların üstüne ilişmiş, oynayanları seyrediyor, rejisör dinliyor, operatörlerin hareketlerini kaçırmıyordu. Bunlarda bizdik. Yani seyirciler.
Bu seyircilerin içinde, yaşına göre uzun boylu, hayat bilgisine göre zeki yaradılışlı, öğrenci çağında olmasına rağmen alımlı hareketleri ile bir genç kızda, lakayt ve isteksiz bakışları ile aramızda dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum. O devirde tiyatroya hevesli genç kız bulmak, bugün sulh'e çare bulmak kadar güç ve akıbeti karanlıktı. Gazetelerle ilan eder, dostların kulaklarını doldurur, tahsil yolunda eli ayağı düzgün lise öğrencilerine kollarımızı açar, tiyatro hevesini aşılamaya çalışırdık.
Burgaz'da film seyretmeye gelen bu kız çocuğunu da görünce: 'Acaba hevesi mi var?' ümide kapılmış, Muhsin'in, işten mola verdiği zamanda ' Kuzum şu küçük kız kim?' diye sormuştum.
-Feriha'nın akrabası imiş. Onu seyre gelmiş.
- Hevesli mi?
- Yok canım...Biraz önce Hazım 'Sizde filmde oynamak ister misiniz? diye sordu.
-Ne cevap verdi?
-Hiç böyle bir şey düşünmedim, ben şimdi liseyi bitirmeye çalışıyorum, dediğini duydum.
-Sonrası için ümit yok mu acaba?
-Zannetmem. Eğer öyle olsaydı, liseyi bitireyim de ondan sonra derdi.
-Yazık...
1931 senesi idi,Maarif Vekaleti, Tepe başı tiyatro binasında Darülbedayi nin idaresi altında bir 'Tiyatro okulunun açılmasını uygun gördü. Bizde sevindik. O tarihi ahşap binanın yukarı katında ki bir odasında devede kulak bir tahsisatla okul kuruldu. Bu okula kimler girdi. Ve o tavan arasında ki oda, bugünkü tiyatro sahnesine ne kıymetli sanatkarlar yetiştirdi, bunları anlatmak uzun olur. Fakat o ışıldayan sanat kıvılcımını parlatmak, sonra onun ziyasında zevklenmek için, içten gelen nefesinizle körükler ve çatısı altına giren çıkanı kontrol ederken gözüme bir genç kız ilişti ki, hiçte yabancım değildi.
Alnından kesilmiş kaküller ile o devrin göklerde gezen sinema kadını Kolin Mur'a benzeyen bu kızı bir yerde görmüştüm ama nerede?
-Bu kız kim?
-Yeni geldi. Tiyatro okulunda öğrenci.
-Adı neymiş?
-Semiha.
-Semiha..Tanıyamadım.. Hangi okuldan gelmiş?
-Lisede okumuş. Sonra Güzel Sanatlar Akademisine girmiş. Şimdi de Konservatuvar da imiş.
-Ne yapıyormuş orada?
-Şan dersi alıyormuş.
-Demek sesi de var.
-Öyle diyorlar...
Şayet bir gün bizde de bir opera olursa...
-Ne latifeci adamsın, Nereden aklına gelir böyle tuhaf şeyler. Bizde de opera olursa...Allah müstahakını versin...Katılttın beni gülmekten...
- Muhsinciğim uğurlu kademli olsun. Yeni bir kız öğrencin daha gelmiş. Hem sesi de varmış.
-Ha..Semiha mı?
-Evet..Nasıl, bir şey olacak mı dersin?
-İstidadı var. Çalışırsa olur. Hem sen onu Burgaz dan tanırsın.
-Ne münasebet.
-'Kaçakçılar' filmini çevirirken Feriha Tevfik ile seyre gelmişi.
-Ha...Şimdi tanıdım. Ama o zaman hiç hevesi yoktu.
-Şimdi olmuş işte.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk opera sanatkarını ben böyle tanımıştım. 1932-33 tiyatro sezonunda Semiha ilk defa sahneye' Hile ve Sevgi' piyesindeki Luize Müller rolü ile çıktı. Provalarında fena değildi. Oyun gecesi de pek ala geçti. Muhsin yeni yetişenlerde ufak bir istidat görünce artık onun yakasını kolay kolay bırakmaz. Ertesi sene 1933-34 kendisi bir piyes oynayacaktı. Seniha Göknil'in tercüme ettiği nefis bir eserdi 'Güneş Batarken'...
Muhsin'in önemi ile prova ettiği bu piyeste Klotilt isimli güzel bir rol vardı. Semiha için bu rol ideal olabilirdi. Muhsin bu rolü kesti, biçti, bu genç kızın ruhunun içine öyle bir döşedi ve dayadı ki, temsili takip eden bizler, aynı zamanda yeni bir sanatkarın doğuşunu da seyretmiş olduk.
Devam edecek..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)