27 Ocak 2016 Çarşamba

Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile bir pazar

Birazda eğitim konusunda paylaşım yapayım dedim. Bilindiği üzere Türkiye'de eğitim denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hasan Ali Yücel'i bilmeyenimiz yoktur. Çok Milli Eğitim Müdürleri gelmiş geçmiştir ama genelde birde hafızalara kazınanlar vardır. Bunlardan en önemli isimlerden biri Hasan Ali Yücel ile 1939 da yine Yedi Gün dergisinde Ertuğrul Şevket'in bir pazar günü yaptığı özel bir röportajı sizinle paylaşmak istedim. umarım beğenirsiniz.

Halk çocuğu, öğretmen, düşünür, mebus ve nihayet maarif vekili Hasan Ali Yücel'in yeni taşındığı apartmanı arıyoruz. Foto muhabirimiz Osman, yoldan geçen bir polisi çevirdi:
 Maarif vekilinin evi neresidir?
 Polis cebinden bir defter çıkardı, (Hasan) ismini aradı:
 Bulamadı, (Ali) ye baktı , yok. Soy adını sordu, sayfaları çevirdi,( Maarif) te aradı ve nihayet: Herhalde bu taraflarda oturmuyor veya yeni taşındı, dedi ve işin içinden sıyrıldı.
 İki katlı bir evin önünde duran 15 numaralı özel bir otomobilin şoförü, fotoğrafçımıza sesleniyor:
 -Nerelerdesiniz, yahu.
-Maarif Vekilinin evini biliyor musun?
 -İşte burası ben onun şoförüyüm.
 Kısmetinde olanın kaşığında çıkar, derler. Biz de evin bahçesinden içeri daldık. Kareli bir basma elbise giymiş, on bir yaşlarında bir kız çocuğu bizi karşıladı:
 Kimi istediniz?
 -Maarif Vekilini.
 -Kim diyeyim?
Tavırlarında, konuşmasında o kadar insanlık var ki, çocuğun iyi bir aile muhitinde yetişmiş olduğu derhal anlaşılıyor. Tam öğretmen Hasan Ali Yücel'e layık bir çocuk.
 - Yedi gün muharriri gelmiş dersiniz.
 Bir kaç saniye sonra o, ideal yavru tekrar yanımıza geldi.
 - Buyurunuz.
 Merdivenleri çıkarken kulağımıza parça parça sesler geliyor.
 - Telif hakkı.
- Fotoğraf  dağıtım vasıtalarından biridir.
 -Kopyalara karşı tedbir alınmalıdır.
 Geniş bir odadan içeri giriyoruz. Yerde üç parça halı. Dik duvara, birbiri üstüne dayanmış on bir on iki tablo. En üstündeki güzel bir Anadolu peyzajı dır. Kapıya yakın, diğer bir duvar dibine birkaç yüz kitap birbiri üstüne istif edilmiş. Evin dahili manzarası, yangından yangından çıkılmış hissini vermektedir. Belli ki, yeni eve henüz yerleşilememiş. Sayın Maarif Vekili bir koltukta oturuyor. Karşısında İstanbul'un meşhur fotoğrafçılarından biri. Fotoğraf yankesiciliği hakkında dert yanmakta. Maarif Vekaleti yayın direktörü Faik Reşit ikisi arasındaki konuşmayı ilgi ile dinliyor. Biz de bir kenara iliştik.
 Üstadın büyük bir tevazu ile uzattığı sigarayı alıyor ve ilk sorumu soruyorum:
 Dil, tarih ve edebiyat hakkındaki görüşleriniz?
 Genç maarif Vekilimiz aşina bir dosta rast gelmiş gibi gülümsüyor. Halinde 'sende mi beylik sorusu sormak tasın' diyen bir mana var. Ben, tekrar atılıyorum:
Siz bu fikirlerinizi vekil oluncaya kadar muhtelif vesilelerle söylemiş iseniz de, bugünkü koşulunuz başkadır. Umumi kültürümüzün en mesul mevkinde bulunuyorsunuz. Maarif Vekilimiz, sigarasından kocaman bir nefes aldı, gözlerini sıcaktan adeta buğulanmış gibi duran cama dikti ve:
- Bizde dil şuuru, çok kereler bulanık olmak üzere, milli vicdanın üstüne doğar gibi olmuş, fakat tam ışığını ancak son altı, yedi sene içinde teksif edebilmiştir, dedi. İlk bakışta, yüzde yüz inkılapçı ve bunun için çok ileri gitmiş ve mubalağacı göründüğü halde, esas itibarı ile doğru görüş, bizim devrimizde elde edilebilmiştir. Dava şudur:
 Başka kültürlere tabi olmak istemeyen bir milletin, başka dillere tabi olmayan bir dili bulunmalıdır. Bir an sustu, parlak gözlerinde gölgeler göründü, sanki bu gözlerde bir tarih sayfasının yaprakları çevriliyordu:
 - Ziya Gökalp merhumun, dedi, hemen hemen her esası anlatır zannını veren, dilin millileşmesindeki düsturu ' başka dillerden kelime alınabilir, kaide alınamaz' şeklinde idi. Fakat bizzat Ziya Bey, öyle kelimeler almıştı ki:
 Bunların içinde, başka dillerin katmerli kaideleri vardır. Pes-zinde, peder-şahi, ve daha başkaları davasını tekzip eden örneklerdir. Hele istilah meselesinde Ziya bey. bir İslam enternasyonalizmi kabul ediyordu ki, bu tamamı ile  yanlış  ve verimsiz bir hayaldi. Dil değişmelerinde başka milletlerin dil tarihine baktığımız zaman, terim meselesinin ön safta geldiğini görüyoruz. Dil bel kemiğini terimlerin kendi kökünden gelmesi ile buluyor ve ilk medeni temaslarda o devrin, ilim ve hayatça üstün milletlerinden, başlangıçta aynen alıntılarda bulunuyor, sonra kendi bünyesine göre onları benimsiyor.
 Arap dili, Yunancadan böyle bir alım satım yapmıştır. Emeviler devrinde ilk tercümelerde (riyaziyat) kelimesini değil (matematika), (mantık) kelimesini değil (logika) yı bulursunuz. Nitekim bizde de, üçüncü Selim zamanında Nizamı-cedit kurulurken ( alay-tabur) değil, (escadron, bataillan, aide de camp, etatmajor) tabirlerine rastlarız. Bu bir nevi kekeleme devridir ki, biz onu çoktan geçirdik. Enternasyonal bir benlik almamış kelimelerin, terim olarak karşılığını Türkçe de buluyoruz, çocuklarımıza veriyoruz. Ve onlar, birçoklarımızın zannı aksine, gayet güzel öğreniyorlar. Vekil olduktan sonra sık sık dolaştığım ilk ve orta okullarda çocuklara hissettirmeksizin yaptığım anketler bana bu izlenimleri verdi. İlk okulun, son veya bir önceki sınıfındaki bir Türk çocuğu için eski geometri, murabba (şiir türü), muhammes(nazım şekli), züerbaatüladia, hiç bir çağrışım imkanı vermediği için hazmedilememiş demir bilyeler gibi onun dimağında kalıyor. Halbuki: ( birle, dörtle, beşle, çokla) yapılmış terimleri, esasen bunları bildiği için kolayca kavrıyor ve anlıyor. Terimler, bu şekilde en küçük kademesinden en yüksek derecesine kadar, bugün dünya ilim ve medeniyetinin mümessili olan milletlerin fikir seviyesini göz önünden uzaklaştırmamak şartı ile tertiplendiği zaman, her türlü düşünceyi söyler, ileri ve medeni bir Türk dili oluşuna başlamış bulunacaktır.
 Dilimizi kısır bellemek, bu görüşün altında, fikirce geri olduğumuzu kabul etmektir kanaatindeyim. Düşüncelerini ifade edemediği için kalemini kıranlar, bence sağlam kalem seçmesini bilmeyenlerdir. Her şeyi yazabiliriz, yeter ki yazılacak şeyimiz olsun.
 Cilt cilt kitapların yazarı bulunan Hasan Ali Yücel, koltuğa yaslandı, bir kaç saniye sustu, hafifçe güldü:
Edebiyat meselesine gelince, dedi. Bu, tıpkı bugünkü Ankara havasına benziyor: Alçakta bulutlar var, fakat bir türlü yağıp bizi sıkıntıdan kurtarmıyor. Bugün yağmadı, yarında yağmayacak demek değildir. Ben, edebiyatımıza fazla kara çaldığımız düşüncesindeyim. Son yıllarda oldukça zengin bir edebiyat doğmaktadır. En tuhaf ve aykırı mizaçtaki şairlerimizden, hala eski kıta şekillerinin çerçevesinden çıkamayanlara kadar duyan, söyleyen, kızan, bağıran şairlerimiz var. On yaşından yetmişine kadar, sanatın gönüllü ve karşılıksız yapılan büyüklüğünü ve çocukluğunu her fidan tazeliği ile muhafaza edenlerin var olduğu bir memlekette, şiir nasıl yok olur? Hala okuma yazma bilmeyip de düşünme gücünden şiir söyleyen insanları, en tenha köşelerinde yetiştirmiş bir memlekette (şiire) yok diyebilir miyiz?Kadını, erkeği coşunca vezinli, kafiyeli konuşan bir millet olduğumuzu unutmayalım.
 Beş altı kurstan geçtikten sonra, bu dediğim milli istidat ile kusursuz ve pek güzel şiirler yazan eğitmenlere rastladım. Ben, buna hayret etmedim, çünkü, milletimin, her vadide olduğu gibi bunda da zengin bir yapabilme hazinesine sahip olduğuna inanırım. Masanın üzerinde duran bir kitabı eline aldı. Dikkatle baktı. Sonra:
 -Nesir, dedi. İtiraf edelim ki, bu yeni yeni kıvamını bulmaktadır. Dallı budaklı ve etraflı bir düşünceyi apaçık surette kağıt üzerinde tabiye edebilmek kolay bir iş değildir. Geçen gün Akşam gazetesinde Halide Edip'in on altıncı asır Fransız klasiklerini tercüme edelim teklifini ihtiva eden bir makalesini okuduğum zaman, kendimi, bu fikirlerimi lütfedip yazması için muharrir'den ricada bulunmuş zannettim. Rasyonel, hesaplı bir nesir mimarisine çok ihtiyacımız var. Taine'in, Balzac'ın bir kütüphane tutan eserlerinin bolluğundan bahsederken ( karakterler)  sahibinin bunları görse ( nasıl olmuşta bu kadar sözü bulabilmiş) diye şaşacağını söylüyor. Çünkü, hayrete düşürecek olan klasik ruh, ölçülü, hesaplı, fazla itinalı ve onun için çok zamanda az, lakin kusursuz eser vermeyi ister.
 Biz böyle bir devre geçirmeye muhtacız. Zaten romanda, bu itinasızlık dan dolayı arzu ettiğimiz kemale gelmiyor. Ya, iç araştırmalarda aceleciyiz, sırf şekilde duruyoruz yahut teknik ve plastik tarafta acele edip tam arşitektural bir eser veremiyoruz.
Yakup'un ( sürgün) ünde derinliğe dalan okuyucu gözü, belki kenarlarında sathındaki az itinayı affediyor. Yahut ( Yezidin kızı) ndaki plastik güzellik, romanın ruh tahlili bakımından sığlığını ölçmeye zaman bırakmıyor. Esasen bunu için değil midir ki (mavi ve siyah) larımız. ( Le rouge et le noir) olmadılar.
 Devam edecek.

4 yorum: