
-Haberiniz var mı? dedi. Şurada Sponek'in salonunda bugün Sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar, yeni icat olmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.
Ağabeyimle ben, çocuğu bizimle alay ediyor sandık. Fakat o bizimle gayet samimi konuşuyordu. İlave etti:
-Saat dörtte başlayacakmış, ben gideceğim.
-Belkide geliriz diyerek, ondan ayrıldık.
Öğleden sonra evden izin koparmak kolay oldu. Babamında keyfiyetten haberi varmış. Bu yeni icadı görmemize bizi teşvik bile etti. Sponek, tramvayın Galatasaray dönemecinde, şimdi bir barın işgali altında bulunan, o zamanın tanınan bir birahanesi idi. İçerisi gayet geniş, kuytu ve serindi. O gün esas sanatını terk etmiş, bir temaşa salonu haline getirilmişti.
Kapıdan onar kuruş- -O zaman için önemli para- giriş ücreti vererek içeri girdik. Erken davranmışız. En ön sırada yer bulduk, geçtik oturduk. Zaten çok kalabalık olmadı. Sıralar dolmadı bile.
Nerede sinemalara şimdiki çok istemek? O tarihte halk zevk ve sefaya daha dahamı az düşkündü? Yeniliklere karşı dahamı az meraklı idi? Yoksa cuma, cumartesi, pazar demeyip tatil etmeden, dinlenme ihtiyacı duymadan, devamlı çalışıp kazanmayı her şeye tercih ediyordu da ondan mı? gündüze rastlayan 'eğlenceler ve hatta o devirde İstanbul'u sık sık ziyaret eden yabancı tiyatro, opera, operet, sirk kumpanyalarının metinleri (gündüz temsilleri) ekseriyetle tenha olurdu.
Karşımızda bir, bir buçuk metre karelik beyaz perde duruyordu. Bizde buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvarlardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf...Asrın harikası...Andlozya'da boğa güreşi....Şimendifer le seyahat...Bu ibareler, içimizdeki merakı körüklemeden başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birden bire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim, gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı, buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse taktir edemediğinden pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O zamanlar İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamidin kuruntusu elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının gereğini izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş... Hepsi sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki.. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi... Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya bende korkmadım değil, lakin merak galip gelip beni iskemleme mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti. ..gitti..

Bilimin bu harikasını birbirimize izaha çalışıyorduk. Aklımız bir türlü ermiyordu. Okulda bunun münakaşası haftalarca sürdü. İstanbul halkı da genellikle bu mevzu üzerinde konuşuyordu. Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe, istiğfar ediyor, ileri fikirler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı. İşte ilk sinema, sinematograf namı altında İstanbul'a böyle geldi, böyle başladı.
İlk gramofon-o zamanki adı ile fonograf- da yine bize o tarihlerde gelmiştir. Benim ilk dinlediğim alet borusuzdu ve diyaframının üzerinde uzatılmış olup uçları kulaklara sokulan çift lastik ile sedayı naklederdi. Plak yerine de bal mumundan özel tarzda yapılmış üstünavi kovanlar kullanılırdı. Bu kovanların bir iyiliği vardı. Yine özel bir cihaz - tertip sayesinde kovanları silmek ve yeniden doldurmak kabildi. Bu suretle dinlediğimiz sazende veya hanendeyi davet eder, sevdiğiniz havalarla bizzat kovan doldurabilirdiniz.
Bu ilk fonografı İstanbul'a herkesten önce Beyoğlunda Parma kapıda eczanesi bulunan kimyager meşhur Dellasuda Faik paşa getirmişti. İsteyen eczaneye gidip bir kuruş - o zaman kıymetli gümüş kuruşu- mukabilinde bir veya iki kovan dinleyebiliyordu. Hiç unutmam, ben bu suretle Fransız edibi Emile Zola'nın güç anlaşılır bir nutkunu ve birde Enclume adlı bir polka'yı ilk olarak dinlemiştim. Fonograf ucuz ve portatif olduğu için memleketimizde sinematograf tan daha çabuk yayıldı. İstanbul tarafında fonograf ve kovan ticareti yapan müteaddit mağazalar açıldı. Beyoğlun da Odeon tiyatrosunda açılan ilk sinema bundan iki yıl sonradır.
Nedense ilkler her zaman dikkatimi çeker, Mesela geçenlerde ilk nota ve müziği merak etmiştim ve bir arkadaşım paylaşmış dinledim ve çok beğendim dinlendirici ve oldukça güzeldi. Bulunuşunu araştırdım işin ilginç yanı 1923'e kadar İzmir Buca da bulunması idi. Seikilos karısı ve oğlunun mezarına yazmış ve sözleri çok anlamlı .'Yaşadığın sürece dertsiz tasasız ol, ve hiç bir şeyin seni üzmesine izin verme, hayat çok kısa ve zaman her şeye gebedir' yani bugün içinde geçerli olabilecek bir söz ve bu söz neredeyse m.ö. ait. ilginç değil mi? Aslında bazı şeyler değişmiyor sanırım.
Bir şeylerle ilk karşılaştığımızda merakımızı çeker. İlk televizyonla karşılaşmam, ilk cep telefonu ve yaşanan acemilikler onlara verilen önemler günümüze baktığımızda geldiğimiz noktada artık nerede ise zirve yaptı, desek de yine yeni yeni şeyler çıkacak ve hayatımıza girecektir. Tabi bütün bunları doğayı tahrip etmeden uyum içinde gerçekleştirebilmek en iyi seçenek olacaktır. Yoksa bazı gelişimler insan yaşamında bir çok tehlikeli olasılıkları da beraberinde getirebiliyor.
Her yaşananın insanda çocukça duygular bırakması ve mutlu olması dileği ile....
merhaba, kaynak nedir acaba?
YanıtlaSilkaynak girişte belirtilmiştir
YanıtlaSil