Biraz ara verdiğimin farkındayım ama gerçekten bazende yazacak şeylere karar vermek zor oluyor. Bugün sizinle birazda basın zorlukları ile ilgili bir yazı paylaşayım dedim. Yine Yedi gün 1939 yılında yazılmış gazetecilerin zorluklarını anlatan Hüseyin Cahit'in bir yazısını paylaşmak istedim umarım beğenirsiniz.
Doğru söyleyenlerin dokuz köyden kovulacağını bir atalar sözü bize ihtar eder. Doğru söyleyen gazetecileri kovmuyorlar ama, ağızlarını tıkıyorlar. Buna imkan bulmak ve alınan şiddetli tedbirleri mazur göstermek için de dünyanın ne kadar felaketleri varsa hepsinden gazetecileri mesul tutuyorlar. Hitler 1938 senesi şubatında, Reichatag'da söylediği nutukta, yabancı gazetelerde görülen yalanların milletler arası sulh için büyük bir tehlike teşkil ettiğini söyledikten sonra, Almanya'nın kuvvetlerini artırmaya bundan dolayı dolayı mecburiyet hissettiğini beyan eyliyordu. Gazeteleri halkça menfur bir hale sokmak için iyi düşünülmüş bir tedbir.
Halk silahlanma masraflarının yükü altında ezildikçe, bu çektiği felakete sebep olanları tel'in etmeyi düşünecek ve sebep olarak da karşısına gazetecileri görecek. Fakat muharrirler de Alman Führer!inin bu insafsızca ithamına karşı iyi bir intikam almaktan geri durmuyorlar.
Bir İngiliz muharriri, Hitler'in bu nutkundan bahsederken, biraz sonra cereyan eden bir vak'ayı hatırlatıyor. Hitler İngiltere deki News Chroicle gazetesinin bir yazısından şikayet etmiş. Bu gazete Avusturalya üzerine yürümek üzere Bavyera hududunda kırk bin lejyonerin hazır halde beklediklerini yazmış. Hitler hemen köpürerek 'Bu zehri imal eden kimselerin uluslararası bolşeviklik yahudilerinden mürekkep bir ikilik olduğunu söylemekle bir taş ile iki kuş vurmaya, yani hem matbuatı, hem yahudileri halkın husumetine maruz bir hale sokmaya kalkmış.
İngiliz gazetecisi diyor ki ' Fakat üç hafta sonra, iki yüz bin Alman askeri tarafından Avusturalya'nın istilası News Chronicle gazetesindeki haberin doğruluğunu ispat etmiştir.'
Gazeteciler aleyhinde ki şikayetler yalnız nutuklarda, beyanatlarda kalmayarak diplomasi sahasına da intikal ediyor. Çünkü Hitler İngiltere ile Almanya arasında konuşmalara başlayabilmek için İngiliz matbuatının Almanya'ya karşı daha itilaf ister bir lisan takınmaları şartını koşmuş ve bunu Berlin'deki İngiliz sefirine tebliğ etmiş. İş İngiltere parlamentosuna aksedince, hükumet Almanya'ya karşı vaziyetini değiştirmesi için İngiliz matbuatı üzerinde baskı icra edilmeyeceğine dair teminat vermek mecburiyetinde kalmış.
Alman hükumet'inin matbuat hakkındaki düşüncesi Dr. Dietrich'in 7 mart 1938 tarihinde söylediği mühim bir nutkunda görüyoruz. Bu nutukta müdafaa edilen esaslı teze göre, matbuat asıl Almanya'da hakiki suretle hürdür. Kapitalist demokrasilerde böyle bir hürriyet yoktur. Çünkü Almanya hükumeti gazetecileri ferdi sorumluluğa tabi tutulmuş. Hürriyette sorumluluktan tevellüt edermiş. Bundan başka Dr.Dietrich 'Matbuatın tabi bir disipline riayet ettiği' memleketlerle matbuatta bir ademi tecavüz misakı imzalamaya hazır olduklarını da beyan etmiş. İngiliz muharriri bu dolambaçlı sözlerin gerçek manasını izah ederek 'Matbuatta tenkitten sakınmak için karşılıklı anlaşma metni yapmaktan maksat hükumet sansürünü milletler arası bir ölçü üzerinde genişletmekten ibaret.' Durum böyleyken matbuat yalancılıkla itham edilmekle beraber, Almanya'daki gerçek vaziyete dair doğru haberler verilmesine kimsenin bir diyeceği olmadığı da ilave edilmektedir.
Fakat burada zorluk Dr. Dcoebbeis'in bahsettiği bu gerçek vaziyet ile doğru haberlerin neler olduğunu kestirmektir. Times gazetesinin Berlin muhabiri gazetesine yazdığı bir mektupta 'Doğru bir surette havadis vermenin manasında ittifak edebilmek mümkün olsaydı ne iyi olurdu' diyor. Burası kestirmeye imkan olmadığı içindir ki, Almanlar canlarını sıkan gazetecileri, mesela ajans Havas muhabirini huduttan dışarı çıkarıveriyorlar.
Almanya'da sansür o kadar şiddet kazanmıştır ki Çekoslavakya vaziyetine dair İngiltere'deki kamuoyunun eğilimini Alman matbuatı aylarca konuşulmadan geçmeye mecbur kalmışlardır. Bu şiddet tabi yalnız Almanya'ya tekelinde değildi. Roma'daki Tribuna gazetesi'de bir gün el konmuş ve Paris'teki muhabiri geri çağrılmıştır. Çünkü bu muhabirin İtalya-Fransa münasebetine dair gönderdiği mektup hoşa gitmemiştir. Bu kadar şiddeti davet eden makalede ise iki memleket arasında dostane münasebetlerin muvafık olunacağından bahsediliyormuş.
Faşizm'in en gözde muharriri Musolini'nin fikirlerinin neşir vasıtası olan Gayda bile sansürün hışmına uğramaktan kurtulamamıştır. Geçen Ağustosta Giornale d'italia da Fransa aleyhinde yazdığı şiddetli bir makaleyi İtalyan sansürü gazetenin Roma'ya mahsus yayından çıkartmış, daha erken basılıp dağıtılmış olan taşra yayınlarını da toplattırmıştır.
Başka memleketlerin matbuatında ufak tenkitlere bile tahammül etmeyen gazeteler ise yabancı hükumetlerin dahili hallerine dair yanlış neşriyatta bulunmaktan kendilerini men edemiyorlar. Mesela Alman gazeteleri Danimarka'daki Alman azınlıkların lideri bulunan umumi harpte Alman ordusunda harp eden zatın Danimarka ordusunda hizmete mecbur edildiğini yazmışlar. Berlin'deki Danimarka sefiri bunun tamamen uydurma bir hikaye olduğunu temin ettikten sonra da gazetelerde hiçbir tekzip neşredilmemiş ve Danimarka aleyhindeki hücumlar devam etmiş.
Şu misaller bize gösteriyor ki gazetecilerin vaziyeti dünyanın hiç bir tarafında rahat değildir. Gazeteciler çile dolduruyorlar. Tamamen 'Vur abalıya' gibi bir vaziyet. Herkes kabahatini üzerinden atmaya ve gazetecilere yüklenmeye çalışıyor.
Sanırım yıl ne olursa olsun bazı şeyler değişmiyor, her mesleğin kendine has zorlukları var ama gazetecilerin işi oldukça zor....
Tarihsel belgelere ve araştırmalara dayalı alıntılar, makaleler, görseller ve hikayeler orjinal metni bozmadan türkçeleştirilerek ve yorumlar eşliğinde paylaşılmaktadır.
26 Şubat 2016 Cuma
6 Şubat 2016 Cumartesi
Shakespeare Festivalleri
Bugün sizinle bir festivalle ilgili yazı paylaşmak istedim. Tiyatronun üstadı sayılacak Shakespeare festivali. İrfan Konur'un Perde ve Sahnede yazmış olduğu bu festival yazısı umarım hoşunuza gider.
61 seneden beri, İngiltere'nin kalbinde Shakespeare'in doğum yeri olarak bütün dünyaca tanınmış bir küçük şehir olan Stratford-upon-Avon'da şairin piyesleri ile senelik festivaller yapılmaktadır. Hatta şimdi, harp içinde bile festival faaliyeti durmamıştır. Aşağıdaki makale Dünyaca meşhur bu festivalin nasıl ortaya çıktığını izah ediyor.
William Shakespeare 1616 da öldü. Fakat doğum yeri olan Stratford-upon-Avon, 18. asra kadar, milli ve uluslararası bir önemin mihrabı olmak kaderinden haberdar olmadı. Bu şehirde 23 nisan 1769 da ilk şenliği organize eden, büyük aktör David Garrick olmuştur. Gariptir ki bu şenlikte Shakespeare'in herhangi bir eseri oynanmadığı gibi, başlıca İngiltere'nin meşhur nisan yağmurları nedeni ile hiç bir başarıda elde etmemiştir.
1816 da, Shakespeare piyeslerinde ki şahıslardan birleşmiş muazzam bir alay sokaklarda cüretkarhane bir gösteriş yaptığı zaman, bu fikir bir adım daha atmış oldu. Keza Shakespeare'in 300. doğum yılında büyük bir kurum inşa edilmesi ile ikinci bir adım daha atılmış bulundu.
Bu son proje bilhassa Charles Dickens tarafından olmak üzere çok tenkitlere maruz kalmıştır. Ancak 1879 dadır ki Avon nehri kenarında sırf Shakespeare piyeslerini oynamak maksadı ile ilk tiyatro inşa edildi. Teklif edilen tiyatro büyük bir muhalefetle karşılandı. Gazeteler bu gayreti 'Cinnet' anlayışı etmeye meyilli gösteriyorlar ve 'Stratford seyircisini nereden bulacağını ümit ediyor?'diye soruyorlardı.
Bu muhalefete rağmen icap eden parayı temin için millete müracaat olundu ve şehir başta (şimdiki belediye reisi Sir Archibald Flower'ın amcası olan) Charles Flower olduğu halde amaç için gerekli parayı temin etti. Fakat memleketin diğer kısımları özel bir ilgi göstermemişlerdi. Bu sebeple şurası açık görülebilir ki festivalin nihayet tesisi sırf Stratford halkının kendi teşebbüsü mahsulü olmuştur. Stratford festivali tarihinde dönüm noktası şüphesiz o sırada kendi kumpanyası ile beraber turlar yapan genç bir aktör menejere yapılan, festivalin sorumluluğunu kabul etmesi teklifidir.
Bu genç adam F.R. Benson idi ki daha sonra Sir Frank Benson olmuş ve bu senenin başlarında ölmüştür. 30 sene kadar, yalnız geçici aralıklarla Frank Benson festival temsillerini üslendi. Ve hemen şehir sakinleri için F.R.B. yi ve aktörlerini her vardığında istasyonda karşılamak ve merasimle tiyatroya kadar götürmek adet oldu. O günler büyük işler günleri idi. Ve aynı zamanda mesut günlerdi. Benson kumpanyası amatör kriketcilerden teşekkül ediyordu. Ve uzun sakin İngiliz öğleleri sanki falstaf bir gol yapıyor yahut Hamlet koşarken yakalanmasına müsaade etmekle füturuna yeni şeyler ilave ediyor gibi top darbelerinin sesleri ile ihlal ediyordu.
Sonra 1914 geldi ve Bensoncuların çoğu daha korkunç bir sahnede rollerini oynamaya koştular. Festival mücadeleye devam etti. Fakat nihayet 1916 da kapandı. 1916 da şairinin ölümünün 300. yıl dönümü şerefine Drury Lane'in özel bir matinesinde idi ki, Haşmetli kral beşinci George, Shakespeare için Frank Banson'un büyük hizmetini, temsilde kullanılan bir kılıçla Kral locasında kendisine asalet yöneltmek sureti ile belirtmiş oldu.
Harpten sonra festivallere tekrar başlandı. Fakat bu sefer tiyatro faaliyetlerinde sivrilmiş genç bir adam olan W.Bridges Adams'ın idaresinde idi. Bu yeni şef temsillere yeni bir ruh kattı. İlk beş senenin zorlukları pek müthişti. Eski rejim zamanında programlar daima bir sürü 'Yıldız' ismi ile dolardı, fakat artık görünmez olmuştu. Mevsimin yirmi haftaya kadar genişletilmesi ile Bridges Adams bu yıldız sistemini gayri mümkün tatbik buldu. Ve onun yerine tek tek yıldızlardan ziyade bir heyetin ruhu üzerine dayanarak repertuvar usulünü ikame etti. Onun bu yeni siyaseti hak kazandı ve tiyatronun müdavimleri sürat le arttı.
1925 muhteşem bir başarı senesi oldu. Yüzlerce ziyaretçi giriş ücreti almak imkanını bulamadı. Ve doğum günü yemeğinde Bernard Shaw 'Ölmez hatırasına' içmeyi teklif ederek festivalin artık içinde bulundukları binaya sığmayacak hale geldiği hakkında ki Valinin ve Müdürün fikirlerine tercüman oldu. Yeni bir tiyatro inşa etmek hususundaki bu teklif orada bulunan halkı tipik Shaw çılgınlıklarından biri gibi harekete getirdi.
Fakat ertesi senenin ilk kısmında karar zorla yerine getirilebildi. 6 mart 1926 da Shakespeare Momarial Theatre tutuştu. Ve memleketin her tarafından koşup gelen itfaiye grupları onu harap olmaktan kurtaramadı. Bu önce büyük bir felaket gibi göründü. Zira kumpanya gelecek mevsim için provalar yapmakta idi. Fakat sonradan bu kıyafetini değiştirmiş bir saadet gibi geldi. Bernard Shaw bunu pek çabuk anlamıştı. Nitekim Bridges Adams büyük dramatisden kısaca 'Memnun olmalısınız' diyen bir tebrik telgrafı aldı. Yangından sonraki bir kaç saat içinde müdürler eskisinin yerinde yeni bir tiyatronun yükselmesi lazım geldiğini ilan ettiler. Ve festivalin icrasında bir ara vermiş olmamak için mahalli sinemayı geçici bir tiyatro halinde kullanmak için tadilata karar verdiler. Bridges Adams planlarını değişen şartlara intibak ettirdi. Ve yangından beş hafta sonra özel günde festival açıldı.
Altı sene sinema binası Shakespeare için bir vatan olmakta devam etti. Ve bu zaman içinde en büyük meseleyi neticelendirmek, yeni devre layık yeni bir tiyatro binası inşa etmek için önemli çalışmalar yapıldı. Tiyatro için kabul edilen plan bir kadınındı. Britanya Krallık Mimari Enstitüsü tarafından açılan özel bir müsabakada yüzlerce proje arasında Miss. Elizabeth Scott'un projesi seçilmişti.
23 nisan 1932 günü saat 2 de 40000 kadar halk yeniden inşa edilen tiyatronun açış resmini yapmaya uçak ile gelen veliahdı karşılamak için toplanmıştı. Bir elektrik düğmesine dokunur dokunmaz bir birlik sancağı, nisan meltemi içinde çırpındı ve yetmiş dürt milletin bayrakları onu takip etti. Yarım saat sonra dört borazan boruları üflediler. Ve perde İngiltere'nin dramatik tarihinde en büyük kültürel teşebbüsün üzerinde yükseldi.
O günden beri her sene dünyanın her bucağındaki Shakespeare hayranlarını temsil eden 200000 kişi tiyatroyu ziyaret etmektedir. 1935 de Bridges Adams Shakespeare ve Elizabet devri tiyatrosu üzerinde yaşayan en büyük otoritelerden biri olan şimdiki müdür B.Y.den Payne tarafından istihlaf edildi.
Bu zat selefi tarafından teşebbüs edilmiş olan 'misafir' sahneleri repertuvarda bir piyesin sahneye konuşu sorumluluğunu üzerine almaya davet usulünü tatbik etti. Bu davet edilenler arasında Tyrone Guthrie, Robert Atkins, Yrene Hentshel, H.K. Aylff, ve bilhassa sahneye konuşu ve temsil metodu en küçük bir muhalefet görmeden dünya ölçüsünde ilgi toplayan Theodore Komisarjevsky vardı. Festival kumpanyası için şimdi daha büyük bir gelecek hazırlanmış bulunmaktadır.
Londrada da bir mevsim, bir dünya turu, ve Stradford-upon-Avon da Shakespeare hakkında senelik beynelmilel bir konferans. 1939 nisanda perde sulh içinde bir memleket üzerinde yükselmişti. Eylülde harp içinde bir milletin üzerine indi. Gayri özel bir gelecek karşısında bütün kış ayları boyunca idareciler 1940 festivalleri için bir plan üzerinde çalıştılar.
Shakespeare bayrağı Memorial Theatre üzerinde dalgalanmakta devam etmelidir. Bu gün dalgalanıyor ve yarında böyle olmakta devam edecektir. Zira o bayrak hudutları parçalanmış olmayan o ruh dünyasında bir araya toplanan her ırktan ve inançtan erkek ve kadınların birleşmiş arzu ve emellerinin sembolüdür.
Bir festival hikayesi bir şeyi oluşturmak ve onu uluslararası boyutlara kavuşturmak hiçte kolay olmuyor ama inançla arkasında durulursa başarılamayacak hiç bir şeyde olmuyor yeter ki inancınız olsun. Büyük yazar ve şairi saygı ile anıyorum..
61 seneden beri, İngiltere'nin kalbinde Shakespeare'in doğum yeri olarak bütün dünyaca tanınmış bir küçük şehir olan Stratford-upon-Avon'da şairin piyesleri ile senelik festivaller yapılmaktadır. Hatta şimdi, harp içinde bile festival faaliyeti durmamıştır. Aşağıdaki makale Dünyaca meşhur bu festivalin nasıl ortaya çıktığını izah ediyor.

1816 da, Shakespeare piyeslerinde ki şahıslardan birleşmiş muazzam bir alay sokaklarda cüretkarhane bir gösteriş yaptığı zaman, bu fikir bir adım daha atmış oldu. Keza Shakespeare'in 300. doğum yılında büyük bir kurum inşa edilmesi ile ikinci bir adım daha atılmış bulundu.
Bu son proje bilhassa Charles Dickens tarafından olmak üzere çok tenkitlere maruz kalmıştır. Ancak 1879 dadır ki Avon nehri kenarında sırf Shakespeare piyeslerini oynamak maksadı ile ilk tiyatro inşa edildi. Teklif edilen tiyatro büyük bir muhalefetle karşılandı. Gazeteler bu gayreti 'Cinnet' anlayışı etmeye meyilli gösteriyorlar ve 'Stratford seyircisini nereden bulacağını ümit ediyor?'diye soruyorlardı.
Bu muhalefete rağmen icap eden parayı temin için millete müracaat olundu ve şehir başta (şimdiki belediye reisi Sir Archibald Flower'ın amcası olan) Charles Flower olduğu halde amaç için gerekli parayı temin etti. Fakat memleketin diğer kısımları özel bir ilgi göstermemişlerdi. Bu sebeple şurası açık görülebilir ki festivalin nihayet tesisi sırf Stratford halkının kendi teşebbüsü mahsulü olmuştur. Stratford festivali tarihinde dönüm noktası şüphesiz o sırada kendi kumpanyası ile beraber turlar yapan genç bir aktör menejere yapılan, festivalin sorumluluğunu kabul etmesi teklifidir.
Bu genç adam F.R. Benson idi ki daha sonra Sir Frank Benson olmuş ve bu senenin başlarında ölmüştür. 30 sene kadar, yalnız geçici aralıklarla Frank Benson festival temsillerini üslendi. Ve hemen şehir sakinleri için F.R.B. yi ve aktörlerini her vardığında istasyonda karşılamak ve merasimle tiyatroya kadar götürmek adet oldu. O günler büyük işler günleri idi. Ve aynı zamanda mesut günlerdi. Benson kumpanyası amatör kriketcilerden teşekkül ediyordu. Ve uzun sakin İngiliz öğleleri sanki falstaf bir gol yapıyor yahut Hamlet koşarken yakalanmasına müsaade etmekle füturuna yeni şeyler ilave ediyor gibi top darbelerinin sesleri ile ihlal ediyordu.
Sonra 1914 geldi ve Bensoncuların çoğu daha korkunç bir sahnede rollerini oynamaya koştular. Festival mücadeleye devam etti. Fakat nihayet 1916 da kapandı. 1916 da şairinin ölümünün 300. yıl dönümü şerefine Drury Lane'in özel bir matinesinde idi ki, Haşmetli kral beşinci George, Shakespeare için Frank Banson'un büyük hizmetini, temsilde kullanılan bir kılıçla Kral locasında kendisine asalet yöneltmek sureti ile belirtmiş oldu.
Harpten sonra festivallere tekrar başlandı. Fakat bu sefer tiyatro faaliyetlerinde sivrilmiş genç bir adam olan W.Bridges Adams'ın idaresinde idi. Bu yeni şef temsillere yeni bir ruh kattı. İlk beş senenin zorlukları pek müthişti. Eski rejim zamanında programlar daima bir sürü 'Yıldız' ismi ile dolardı, fakat artık görünmez olmuştu. Mevsimin yirmi haftaya kadar genişletilmesi ile Bridges Adams bu yıldız sistemini gayri mümkün tatbik buldu. Ve onun yerine tek tek yıldızlardan ziyade bir heyetin ruhu üzerine dayanarak repertuvar usulünü ikame etti. Onun bu yeni siyaseti hak kazandı ve tiyatronun müdavimleri sürat le arttı.
1925 muhteşem bir başarı senesi oldu. Yüzlerce ziyaretçi giriş ücreti almak imkanını bulamadı. Ve doğum günü yemeğinde Bernard Shaw 'Ölmez hatırasına' içmeyi teklif ederek festivalin artık içinde bulundukları binaya sığmayacak hale geldiği hakkında ki Valinin ve Müdürün fikirlerine tercüman oldu. Yeni bir tiyatro inşa etmek hususundaki bu teklif orada bulunan halkı tipik Shaw çılgınlıklarından biri gibi harekete getirdi.

Altı sene sinema binası Shakespeare için bir vatan olmakta devam etti. Ve bu zaman içinde en büyük meseleyi neticelendirmek, yeni devre layık yeni bir tiyatro binası inşa etmek için önemli çalışmalar yapıldı. Tiyatro için kabul edilen plan bir kadınındı. Britanya Krallık Mimari Enstitüsü tarafından açılan özel bir müsabakada yüzlerce proje arasında Miss. Elizabeth Scott'un projesi seçilmişti.
23 nisan 1932 günü saat 2 de 40000 kadar halk yeniden inşa edilen tiyatronun açış resmini yapmaya uçak ile gelen veliahdı karşılamak için toplanmıştı. Bir elektrik düğmesine dokunur dokunmaz bir birlik sancağı, nisan meltemi içinde çırpındı ve yetmiş dürt milletin bayrakları onu takip etti. Yarım saat sonra dört borazan boruları üflediler. Ve perde İngiltere'nin dramatik tarihinde en büyük kültürel teşebbüsün üzerinde yükseldi.
O günden beri her sene dünyanın her bucağındaki Shakespeare hayranlarını temsil eden 200000 kişi tiyatroyu ziyaret etmektedir. 1935 de Bridges Adams Shakespeare ve Elizabet devri tiyatrosu üzerinde yaşayan en büyük otoritelerden biri olan şimdiki müdür B.Y.den Payne tarafından istihlaf edildi.
Bu zat selefi tarafından teşebbüs edilmiş olan 'misafir' sahneleri repertuvarda bir piyesin sahneye konuşu sorumluluğunu üzerine almaya davet usulünü tatbik etti. Bu davet edilenler arasında Tyrone Guthrie, Robert Atkins, Yrene Hentshel, H.K. Aylff, ve bilhassa sahneye konuşu ve temsil metodu en küçük bir muhalefet görmeden dünya ölçüsünde ilgi toplayan Theodore Komisarjevsky vardı. Festival kumpanyası için şimdi daha büyük bir gelecek hazırlanmış bulunmaktadır.
Londrada da bir mevsim, bir dünya turu, ve Stradford-upon-Avon da Shakespeare hakkında senelik beynelmilel bir konferans. 1939 nisanda perde sulh içinde bir memleket üzerinde yükselmişti. Eylülde harp içinde bir milletin üzerine indi. Gayri özel bir gelecek karşısında bütün kış ayları boyunca idareciler 1940 festivalleri için bir plan üzerinde çalıştılar.
Shakespeare bayrağı Memorial Theatre üzerinde dalgalanmakta devam etmelidir. Bu gün dalgalanıyor ve yarında böyle olmakta devam edecektir. Zira o bayrak hudutları parçalanmış olmayan o ruh dünyasında bir araya toplanan her ırktan ve inançtan erkek ve kadınların birleşmiş arzu ve emellerinin sembolüdür.
Bir festival hikayesi bir şeyi oluşturmak ve onu uluslararası boyutlara kavuşturmak hiçte kolay olmuyor ama inançla arkasında durulursa başarılamayacak hiç bir şeyde olmuyor yeter ki inancınız olsun. Büyük yazar ve şairi saygı ile anıyorum..
5 Şubat 2016 Cuma
İstanbul da ilk sinema ve ilk gramofon
Biraz ilklerden başlamışken sizinle sevimli bir yazı paylaşmak istedim. Yine Muhsin Ertuğrul'un Perde ve Sahnesinde Üstat Ercüment Ekrem Talu'nun yazmış bulunduğu İstanbul da İlk Sinema ve İlk Gramofon adlı yazısı. Umarım beğenirsiniz.
Çocuktum. Sekiz dokuz yaşlarında vardım. Tam senesini söyleyemeyeceğim ama galiba 1896-1897 sıralarında idi. Bir cumartesi günü rahmetli ağabeyim Nejat'la beraber okuldan çıktık, Cihangirdeki evimize gidecektik. Nihari arkadaşlarımızdan biri yolumuzu kesti:
-Haberiniz var mı? dedi. Şurada Sponek'in salonunda bugün Sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar, yeni icat olmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.
Ağabeyimle ben, çocuğu bizimle alay ediyor sandık. Fakat o bizimle gayet samimi konuşuyordu. İlave etti:
-Saat dörtte başlayacakmış, ben gideceğim.
-Belkide geliriz diyerek, ondan ayrıldık.
Öğleden sonra evden izin koparmak kolay oldu. Babamında keyfiyetten haberi varmış. Bu yeni icadı görmemize bizi teşvik bile etti. Sponek, tramvayın Galatasaray dönemecinde, şimdi bir barın işgali altında bulunan, o zamanın tanınan bir birahanesi idi. İçerisi gayet geniş, kuytu ve serindi. O gün esas sanatını terk etmiş, bir temaşa salonu haline getirilmişti.
Kapıdan onar kuruş- -O zaman için önemli para- giriş ücreti vererek içeri girdik. Erken davranmışız. En ön sırada yer bulduk, geçtik oturduk. Zaten çok kalabalık olmadı. Sıralar dolmadı bile.
Nerede sinemalara şimdiki çok istemek? O tarihte halk zevk ve sefaya daha dahamı az düşkündü? Yeniliklere karşı dahamı az meraklı idi? Yoksa cuma, cumartesi, pazar demeyip tatil etmeden, dinlenme ihtiyacı duymadan, devamlı çalışıp kazanmayı her şeye tercih ediyordu da ondan mı? gündüze rastlayan 'eğlenceler ve hatta o devirde İstanbul'u sık sık ziyaret eden yabancı tiyatro, opera, operet, sirk kumpanyalarının metinleri (gündüz temsilleri) ekseriyetle tenha olurdu.
Karşımızda bir, bir buçuk metre karelik beyaz perde duruyordu. Bizde buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvarlardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf...Asrın harikası...Andlozya'da boğa güreşi....Şimendifer le seyahat...Bu ibareler, içimizdeki merakı körüklemeden başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birden bire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim, gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı, buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse taktir edemediğinden pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O zamanlar İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamidin kuruntusu elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının gereğini izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş... Hepsi sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki.. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi... Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya bende korkmadım değil, lakin merak galip gelip beni iskemleme mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti. ..gitti..
İki dakika kadar ara verdiler. Bu sefer bir boğa güreşi seyrediyoruz. Azılı hayvanlar perdede üstümüze doğru seğirttikçe yüreğimiz ağzımıza geliyor. Bu film daha yaman, onu önceden göstermiş olsalardı, salonda kimsecikler kalmazdı. Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu. Bütün bu temaşa yarım saat sürdü. Seans geceye kadar daha bir kaç defa yenilenecekti. Çıktık.
Bilimin bu harikasını birbirimize izaha çalışıyorduk. Aklımız bir türlü ermiyordu. Okulda bunun münakaşası haftalarca sürdü. İstanbul halkı da genellikle bu mevzu üzerinde konuşuyordu. Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe, istiğfar ediyor, ileri fikirler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı. İşte ilk sinema, sinematograf namı altında İstanbul'a böyle geldi, böyle başladı.
İlk gramofon-o zamanki adı ile fonograf- da yine bize o tarihlerde gelmiştir. Benim ilk dinlediğim alet borusuzdu ve diyaframının üzerinde uzatılmış olup uçları kulaklara sokulan çift lastik ile sedayı naklederdi. Plak yerine de bal mumundan özel tarzda yapılmış üstünavi kovanlar kullanılırdı. Bu kovanların bir iyiliği vardı. Yine özel bir cihaz - tertip sayesinde kovanları silmek ve yeniden doldurmak kabildi. Bu suretle dinlediğimiz sazende veya hanendeyi davet eder, sevdiğiniz havalarla bizzat kovan doldurabilirdiniz.
Bu ilk fonografı İstanbul'a herkesten önce Beyoğlunda Parma kapıda eczanesi bulunan kimyager meşhur Dellasuda Faik paşa getirmişti. İsteyen eczaneye gidip bir kuruş - o zaman kıymetli gümüş kuruşu- mukabilinde bir veya iki kovan dinleyebiliyordu. Hiç unutmam, ben bu suretle Fransız edibi Emile Zola'nın güç anlaşılır bir nutkunu ve birde Enclume adlı bir polka'yı ilk olarak dinlemiştim. Fonograf ucuz ve portatif olduğu için memleketimizde sinematograf tan daha çabuk yayıldı. İstanbul tarafında fonograf ve kovan ticareti yapan müteaddit mağazalar açıldı. Beyoğlun da Odeon tiyatrosunda açılan ilk sinema bundan iki yıl sonradır.
Nedense ilkler her zaman dikkatimi çeker, Mesela geçenlerde ilk nota ve müziği merak etmiştim ve bir arkadaşım paylaşmış dinledim ve çok beğendim dinlendirici ve oldukça güzeldi. Bulunuşunu araştırdım işin ilginç yanı 1923'e kadar İzmir Buca da bulunması idi. Seikilos karısı ve oğlunun mezarına yazmış ve sözleri çok anlamlı .'Yaşadığın sürece dertsiz tasasız ol, ve hiç bir şeyin seni üzmesine izin verme, hayat çok kısa ve zaman her şeye gebedir' yani bugün içinde geçerli olabilecek bir söz ve bu söz neredeyse m.ö. ait. ilginç değil mi? Aslında bazı şeyler değişmiyor sanırım.
Bir şeylerle ilk karşılaştığımızda merakımızı çeker. İlk televizyonla karşılaşmam, ilk cep telefonu ve yaşanan acemilikler onlara verilen önemler günümüze baktığımızda geldiğimiz noktada artık nerede ise zirve yaptı, desek de yine yeni yeni şeyler çıkacak ve hayatımıza girecektir. Tabi bütün bunları doğayı tahrip etmeden uyum içinde gerçekleştirebilmek en iyi seçenek olacaktır. Yoksa bazı gelişimler insan yaşamında bir çok tehlikeli olasılıkları da beraberinde getirebiliyor.
Her yaşananın insanda çocukça duygular bırakması ve mutlu olması dileği ile....

-Haberiniz var mı? dedi. Şurada Sponek'in salonunda bugün Sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar, yeni icat olmuş. Fotoğrafın canlısı gibi bir şeymiş.
Ağabeyimle ben, çocuğu bizimle alay ediyor sandık. Fakat o bizimle gayet samimi konuşuyordu. İlave etti:
-Saat dörtte başlayacakmış, ben gideceğim.
-Belkide geliriz diyerek, ondan ayrıldık.
Öğleden sonra evden izin koparmak kolay oldu. Babamında keyfiyetten haberi varmış. Bu yeni icadı görmemize bizi teşvik bile etti. Sponek, tramvayın Galatasaray dönemecinde, şimdi bir barın işgali altında bulunan, o zamanın tanınan bir birahanesi idi. İçerisi gayet geniş, kuytu ve serindi. O gün esas sanatını terk etmiş, bir temaşa salonu haline getirilmişti.
Kapıdan onar kuruş- -O zaman için önemli para- giriş ücreti vererek içeri girdik. Erken davranmışız. En ön sırada yer bulduk, geçtik oturduk. Zaten çok kalabalık olmadı. Sıralar dolmadı bile.
Nerede sinemalara şimdiki çok istemek? O tarihte halk zevk ve sefaya daha dahamı az düşkündü? Yeniliklere karşı dahamı az meraklı idi? Yoksa cuma, cumartesi, pazar demeyip tatil etmeden, dinlenme ihtiyacı duymadan, devamlı çalışıp kazanmayı her şeye tercih ediyordu da ondan mı? gündüze rastlayan 'eğlenceler ve hatta o devirde İstanbul'u sık sık ziyaret eden yabancı tiyatro, opera, operet, sirk kumpanyalarının metinleri (gündüz temsilleri) ekseriyetle tenha olurdu.
Karşımızda bir, bir buçuk metre karelik beyaz perde duruyordu. Bizde buna bir mana veremeden bakıyorduk. Yan duvarlardaki ilanlardan bir şey anlamıyorduk. Canlı fotoğraf...Asrın harikası...Andlozya'da boğa güreşi....Şimendifer le seyahat...Bu ibareler, içimizdeki merakı körüklemeden başka bir işe yaramıyordu. Derken ortalık birden bire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık, korktuk. Elim, gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı, buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ıslıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse taktir edemediğinden pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı. O zamanlar İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamidin kuruntusu elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının gereğini izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşine takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş... Hepsi sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki.. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi... Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya bende korkmadım değil, lakin merak galip gelip beni iskemleme mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti. ..gitti..

Bilimin bu harikasını birbirimize izaha çalışıyorduk. Aklımız bir türlü ermiyordu. Okulda bunun münakaşası haftalarca sürdü. İstanbul halkı da genellikle bu mevzu üzerinde konuşuyordu. Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe, istiğfar ediyor, ileri fikirler ise bir medeniyet unsurunun daha yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı. İşte ilk sinema, sinematograf namı altında İstanbul'a böyle geldi, böyle başladı.
İlk gramofon-o zamanki adı ile fonograf- da yine bize o tarihlerde gelmiştir. Benim ilk dinlediğim alet borusuzdu ve diyaframının üzerinde uzatılmış olup uçları kulaklara sokulan çift lastik ile sedayı naklederdi. Plak yerine de bal mumundan özel tarzda yapılmış üstünavi kovanlar kullanılırdı. Bu kovanların bir iyiliği vardı. Yine özel bir cihaz - tertip sayesinde kovanları silmek ve yeniden doldurmak kabildi. Bu suretle dinlediğimiz sazende veya hanendeyi davet eder, sevdiğiniz havalarla bizzat kovan doldurabilirdiniz.
Bu ilk fonografı İstanbul'a herkesten önce Beyoğlunda Parma kapıda eczanesi bulunan kimyager meşhur Dellasuda Faik paşa getirmişti. İsteyen eczaneye gidip bir kuruş - o zaman kıymetli gümüş kuruşu- mukabilinde bir veya iki kovan dinleyebiliyordu. Hiç unutmam, ben bu suretle Fransız edibi Emile Zola'nın güç anlaşılır bir nutkunu ve birde Enclume adlı bir polka'yı ilk olarak dinlemiştim. Fonograf ucuz ve portatif olduğu için memleketimizde sinematograf tan daha çabuk yayıldı. İstanbul tarafında fonograf ve kovan ticareti yapan müteaddit mağazalar açıldı. Beyoğlun da Odeon tiyatrosunda açılan ilk sinema bundan iki yıl sonradır.
Nedense ilkler her zaman dikkatimi çeker, Mesela geçenlerde ilk nota ve müziği merak etmiştim ve bir arkadaşım paylaşmış dinledim ve çok beğendim dinlendirici ve oldukça güzeldi. Bulunuşunu araştırdım işin ilginç yanı 1923'e kadar İzmir Buca da bulunması idi. Seikilos karısı ve oğlunun mezarına yazmış ve sözleri çok anlamlı .'Yaşadığın sürece dertsiz tasasız ol, ve hiç bir şeyin seni üzmesine izin verme, hayat çok kısa ve zaman her şeye gebedir' yani bugün içinde geçerli olabilecek bir söz ve bu söz neredeyse m.ö. ait. ilginç değil mi? Aslında bazı şeyler değişmiyor sanırım.
Bir şeylerle ilk karşılaştığımızda merakımızı çeker. İlk televizyonla karşılaşmam, ilk cep telefonu ve yaşanan acemilikler onlara verilen önemler günümüze baktığımızda geldiğimiz noktada artık nerede ise zirve yaptı, desek de yine yeni yeni şeyler çıkacak ve hayatımıza girecektir. Tabi bütün bunları doğayı tahrip etmeden uyum içinde gerçekleştirebilmek en iyi seçenek olacaktır. Yoksa bazı gelişimler insan yaşamında bir çok tehlikeli olasılıkları da beraberinde getirebiliyor.
Her yaşananın insanda çocukça duygular bırakması ve mutlu olması dileği ile....
4 Şubat 2016 Perşembe
Semiha 2
Gel zaman, git zaman, Şehir tiyatrosu namına, birde 'Operet' hoppalığı takmışlardı. Kim yoğurdu, kim taradı, orasını bilmiyorum ama bu iş daha ziyade Semiha'ya yaradı. Emsalsiz bir sese sahip olan bu yeni arkadaş için öyle bir saha açılmıştı ki, kendi akranları ile yarışta en önde gideceği muhakkaktı. Nitekim de öyle oldu.
Bir gece tiyatromuza şeref veren 'Milli Şef' ki o zaman baş vekildi, Semiha'nın sesini ve söyleyiş tarzını duyup görünce, onu Avrupa ya tahsile göndermesini, Vali Üstündağ'a tavsiye etmişti. Ondan sonra Allah yürü ya kulum demiş olacak ki, geçenlerde radyo vasıtası ile üfürdüğü sesi, semayı kaplayıp, dalgalar halinde evlerimize yayılarak odalarımıza kadar girdi.
Ve böylece Türk kadınlarının 'İlk opera sanatkarı' unvanını aldı. Bu 'ilk' lik kadar, hayatta ne hoşa gider? Her şeyin 'İlk'inin kıymetine paha biçilemez. İlk meyveler, ilk çiçekler, ilk sebzelerde olduğu gibi, insanların yarattıkları sanat ve meslek bakımından da 'İlk' lik parayla, pulla, güzellikle, zorbalıkla, elde edilecek şereflerden değildir. Allah onu bazı sevgili kullarına ihsan eder. Kıymet ölçüsü, kendisinden sonra gelenlerin kat kat aşağısında da kalsa, İlk matbaacı, ilk şair, ilk tiyatro ilk yazar, ilk ressam, ilk Padişah, ilk Başvekil, bir ayrılık arz eder ki,işte ben bu 'ilk' lere öteden beri hayran olur giderim. Benim çocuk ruhlu arkadaşım Semiha da, Türk temeşa tarihinde bu ' ilk' lik şerefini kazanmış bir bahtiyardır.
'Çocuk ruhlu' dememe şimdi belki şaşarsınız. Onu yakından tanımayan, sesini radyoda, vücudunu opera sahnesinde görenler, yaşını başını almış, ağır başlı bir kadın zannederler. Halbuki Semiha daha çok gençtir. Almanya da kazandığı başarılar, yaşı ile kıyas edilir şekilde değildir. Berlin sefaretinde verdiği konserde bulunan Hariciye Nazırı 'Fon Ribbentrop' onu uzun uzun alkışlamış, 'büyük bir sese sahipsiniz' diye elini sıkarken, bir sanatkara gösterilen saygıyı tekrarlamıştı. Propaganda Nezareti ona bütün Alman operalarının kapılarını açtırmıştı.
Bir, iki, üç radyo, onu mikrofonu başında görmek için meşhur menajer Hermon Gail'i peşinden koşturmuşlardır. Kassel operası bir senelik kontrat yapmak için araya vasıtalar koyuyordu.
7 Nisan 1940 da Ankara Devlet Konservatuvarlarının tertip ettiği Wagner gününde Riyaseti Cumhur Filarmonik Orkestrasının refakati ile söylediği eserleri, Milli Şef de dinlemek teveccühünü göstermiş ve ona:
-Sesiniz çok güzel, mağrur olmayınız, çalışınız, bu işin başında olarak devam ediniz, sizi daima bu işin başında görmek isterim, demişti.
İşte bütün bunlara rağmen Semiha 'Çocuk' ruhludur. Büyüdüğü halde evlenmeyi düşünmez. Sanatına aşıktır. Günün altı, yedi saati onunla dudak dudağa dır. Gündüz pokeri, akşam çayı, gece balosu onu alakadar etmez. İstirahat zamanında yalnız güler. Gülmek için konu arar icat eder.
Kadın olmasına rağmen dedikodu nedir bilmez. Bir grup seyrinin verdiği zevki, bin çay yerine getiremez. 'Sonbaharda kızarmış büyük yapraklardan, koyu, yaş kabarık topraktan, Wagner'in operalarından duyduğum heyecana benzer bir hisle sarhoş gibi olurum' derdi.
Dünyayı daima cennet gibi gören Semiha ya dikkatle bakacak olursanız, tam bir sanatkar ruhu görürsünüz. Sanatkar ruhu da !Çocuk ruhu' na ne kadar benziyor.
Resim yapan, yazdığı hikayeleri mecmualarda yer alan 'Dram' ile sanata giren 'Operet' ile göze çarpan ve nihayet opera ile yükselmeye başlayan Semiha, Boğaz içinin Çengel köyünde doğmuştur. Babası Ziya Cenap, İstanbul Merkez Bankası memurlarındandır. Doğduğu tarih? Nenize lazım. Her ne kadar daha yaşını saklayacak çağa gelmedi ama ilerisi için bir senet olur. 'genç'tir. Yaşı hakkında bu kadar malumat kafi...
Semiha'nın erken ölen annesi de resim yapar ve şarkı söylermiş. Babasının da sesinin güzelliğinden bahsederler. Semiha der ki:
Annemle babamda büyük sahne yetenekleri vardı... Ne yazık ki, onlar geçen devirlerin tarafına kurban gittiler.
O Almanya dan döndükten sonra, İstanbul Konservatuvarına öğretmen olmuştu. Ama Almanya da büyük bir yetenek göstererek altı senelik tahsil süresini üç seneye sıkıştırıp diplomasını alırken, öğretmen olacağım diye değil, Opera sanatkarı olacağım diye sevinmişti. Öğretmen olarak kalmasına Muhsin de razı değildi. Onu ilk fırsatta Öğretmenlikten alıp,Ankara ya Opera sanatkarlığına gönderdi.
İyi ve temiz yürekli Semiha ...Senin hakkında o kadar çok ve o kadar çok güzel yazılacak şeyler var ki, bir mecmuanın bir nüshasına sığacak gibi değil. Hatıraların ve başarıların hafızamda korunuyor. Bundan sonrakileri de dikkatle takip ediyorum. Sen ne kadar çok alkışlanır isen o kadar sevinir ve sevincimi de aleme öylece ilan ederim...
Böylesine güzel yazılmış bir insan hakkında ne yorum yapılabilir ki saygı ve sevgi belirtmekten başka...

Ve böylece Türk kadınlarının 'İlk opera sanatkarı' unvanını aldı. Bu 'ilk' lik kadar, hayatta ne hoşa gider? Her şeyin 'İlk'inin kıymetine paha biçilemez. İlk meyveler, ilk çiçekler, ilk sebzelerde olduğu gibi, insanların yarattıkları sanat ve meslek bakımından da 'İlk' lik parayla, pulla, güzellikle, zorbalıkla, elde edilecek şereflerden değildir. Allah onu bazı sevgili kullarına ihsan eder. Kıymet ölçüsü, kendisinden sonra gelenlerin kat kat aşağısında da kalsa, İlk matbaacı, ilk şair, ilk tiyatro ilk yazar, ilk ressam, ilk Padişah, ilk Başvekil, bir ayrılık arz eder ki,işte ben bu 'ilk' lere öteden beri hayran olur giderim. Benim çocuk ruhlu arkadaşım Semiha da, Türk temeşa tarihinde bu ' ilk' lik şerefini kazanmış bir bahtiyardır.
'Çocuk ruhlu' dememe şimdi belki şaşarsınız. Onu yakından tanımayan, sesini radyoda, vücudunu opera sahnesinde görenler, yaşını başını almış, ağır başlı bir kadın zannederler. Halbuki Semiha daha çok gençtir. Almanya da kazandığı başarılar, yaşı ile kıyas edilir şekilde değildir. Berlin sefaretinde verdiği konserde bulunan Hariciye Nazırı 'Fon Ribbentrop' onu uzun uzun alkışlamış, 'büyük bir sese sahipsiniz' diye elini sıkarken, bir sanatkara gösterilen saygıyı tekrarlamıştı. Propaganda Nezareti ona bütün Alman operalarının kapılarını açtırmıştı.

7 Nisan 1940 da Ankara Devlet Konservatuvarlarının tertip ettiği Wagner gününde Riyaseti Cumhur Filarmonik Orkestrasının refakati ile söylediği eserleri, Milli Şef de dinlemek teveccühünü göstermiş ve ona:
-Sesiniz çok güzel, mağrur olmayınız, çalışınız, bu işin başında olarak devam ediniz, sizi daima bu işin başında görmek isterim, demişti.
İşte bütün bunlara rağmen Semiha 'Çocuk' ruhludur. Büyüdüğü halde evlenmeyi düşünmez. Sanatına aşıktır. Günün altı, yedi saati onunla dudak dudağa dır. Gündüz pokeri, akşam çayı, gece balosu onu alakadar etmez. İstirahat zamanında yalnız güler. Gülmek için konu arar icat eder.
Kadın olmasına rağmen dedikodu nedir bilmez. Bir grup seyrinin verdiği zevki, bin çay yerine getiremez. 'Sonbaharda kızarmış büyük yapraklardan, koyu, yaş kabarık topraktan, Wagner'in operalarından duyduğum heyecana benzer bir hisle sarhoş gibi olurum' derdi.
Dünyayı daima cennet gibi gören Semiha ya dikkatle bakacak olursanız, tam bir sanatkar ruhu görürsünüz. Sanatkar ruhu da !Çocuk ruhu' na ne kadar benziyor.
Resim yapan, yazdığı hikayeleri mecmualarda yer alan 'Dram' ile sanata giren 'Operet' ile göze çarpan ve nihayet opera ile yükselmeye başlayan Semiha, Boğaz içinin Çengel köyünde doğmuştur. Babası Ziya Cenap, İstanbul Merkez Bankası memurlarındandır. Doğduğu tarih? Nenize lazım. Her ne kadar daha yaşını saklayacak çağa gelmedi ama ilerisi için bir senet olur. 'genç'tir. Yaşı hakkında bu kadar malumat kafi...

Annemle babamda büyük sahne yetenekleri vardı... Ne yazık ki, onlar geçen devirlerin tarafına kurban gittiler.
O Almanya dan döndükten sonra, İstanbul Konservatuvarına öğretmen olmuştu. Ama Almanya da büyük bir yetenek göstererek altı senelik tahsil süresini üç seneye sıkıştırıp diplomasını alırken, öğretmen olacağım diye değil, Opera sanatkarı olacağım diye sevinmişti. Öğretmen olarak kalmasına Muhsin de razı değildi. Onu ilk fırsatta Öğretmenlikten alıp,Ankara ya Opera sanatkarlığına gönderdi.
İyi ve temiz yürekli Semiha ...Senin hakkında o kadar çok ve o kadar çok güzel yazılacak şeyler var ki, bir mecmuanın bir nüshasına sığacak gibi değil. Hatıraların ve başarıların hafızamda korunuyor. Bundan sonrakileri de dikkatle takip ediyorum. Sen ne kadar çok alkışlanır isen o kadar sevinir ve sevincimi de aleme öylece ilan ederim...
Böylesine güzel yazılmış bir insan hakkında ne yorum yapılabilir ki saygı ve sevgi belirtmekten başka...
3 Şubat 2016 Çarşamba
Semiha
Bugünde sizinle ilk opera sanatçımız olan Semiha Berksoy'u paylaşmak istedim. Birazda müziğe değinelim dedim. Vasfi Rıza Zobu'nun 1941 de Muhsin Ertuğrul'un Perde ve Sahne eserinde Semiha Berksoy ile ilgili yazdığı yazı umarım beğenirsiniz.

1936 senesi. Burgaz adasında ' Kaçakçılar' isimli ilk sesli Türk filmi çevriliyor. Bir sene önce güzellik kraliçeliğini kazanmış olan Feriha Tevfik, frenk diyarındaki hem cinsleri gibi sinema perdesinde görünmeye razı gösterilmiş, bu filmde verdikleri baş kadın rolünü başarmak içinde Muhsin Ertuğrul'un rejisörlüğü altında çalışmaya başlamıştı.
O filmde rolüm yoktu ama hem arkadaşları görmek, hemde arkadaşların bu sessiz sanatı nasıl dile getireceklerini görmek sevdası ile bende Burgaz'a gitmiştim.
Yüzleri boyalı sanatkarları, kolları sıvalı, göğüsleri üryan bir rejisör ve operatörlerden başka bir grup daha vardı ki, ekran haricinde kalmış, taşların üstüne ilişmiş, oynayanları seyrediyor, rejisör dinliyor, operatörlerin hareketlerini kaçırmıyordu. Bunlarda bizdik. Yani seyirciler.
Bu seyircilerin içinde, yaşına göre uzun boylu, hayat bilgisine göre zeki yaradılışlı, öğrenci çağında olmasına rağmen alımlı hareketleri ile bir genç kızda, lakayt ve isteksiz bakışları ile aramızda dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum. O devirde tiyatroya hevesli genç kız bulmak, bugün sulh'e çare bulmak kadar güç ve akıbeti karanlıktı. Gazetelerle ilan eder, dostların kulaklarını doldurur, tahsil yolunda eli ayağı düzgün lise öğrencilerine kollarımızı açar, tiyatro hevesini aşılamaya çalışırdık.
Burgaz'da film seyretmeye gelen bu kız çocuğunu da görünce: 'Acaba hevesi mi var?' ümide kapılmış, Muhsin'in, işten mola verdiği zamanda ' Kuzum şu küçük kız kim?' diye sormuştum.
-Feriha'nın akrabası imiş. Onu seyre gelmiş.
- Hevesli mi?
- Yok canım...Biraz önce Hazım 'Sizde filmde oynamak ister misiniz? diye sordu.
-Ne cevap verdi?
-Hiç böyle bir şey düşünmedim, ben şimdi liseyi bitirmeye çalışıyorum, dediğini duydum.
-Sonrası için ümit yok mu acaba?
-Zannetmem. Eğer öyle olsaydı, liseyi bitireyim de ondan sonra derdi.
-Yazık...
1931 senesi idi,Maarif Vekaleti, Tepe başı tiyatro binasında Darülbedayi nin idaresi altında bir 'Tiyatro okulunun açılmasını uygun gördü. Bizde sevindik. O tarihi ahşap binanın yukarı katında ki bir odasında devede kulak bir tahsisatla okul kuruldu. Bu okula kimler girdi. Ve o tavan arasında ki oda, bugünkü tiyatro sahnesine ne kıymetli sanatkarlar yetiştirdi, bunları anlatmak uzun olur. Fakat o ışıldayan sanat kıvılcımını parlatmak, sonra onun ziyasında zevklenmek için, içten gelen nefesinizle körükler ve çatısı altına giren çıkanı kontrol ederken gözüme bir genç kız ilişti ki, hiçte yabancım değildi.
Alnından kesilmiş kaküller ile o devrin göklerde gezen sinema kadını Kolin Mur'a benzeyen bu kızı bir yerde görmüştüm ama nerede?
-Bu kız kim?
-Yeni geldi. Tiyatro okulunda öğrenci.
-Adı neymiş?
-Semiha.
-Semiha..Tanıyamadım.. Hangi okuldan gelmiş?
-Lisede okumuş. Sonra Güzel Sanatlar Akademisine girmiş. Şimdi de Konservatuvar da imiş.
-Ne yapıyormuş orada?
-Şan dersi alıyormuş.
-Demek sesi de var.
-Öyle diyorlar...
Şayet bir gün bizde de bir opera olursa...
-Ne latifeci adamsın, Nereden aklına gelir böyle tuhaf şeyler. Bizde de opera olursa...Allah müstahakını versin...Katılttın beni gülmekten...
- Muhsinciğim uğurlu kademli olsun. Yeni bir kız öğrencin daha gelmiş. Hem sesi de varmış.
-Ha..Semiha mı?
-Evet..Nasıl, bir şey olacak mı dersin?
-İstidadı var. Çalışırsa olur. Hem sen onu Burgaz dan tanırsın.
-Ne münasebet.
-'Kaçakçılar' filmini çevirirken Feriha Tevfik ile seyre gelmişi.
-Ha...Şimdi tanıdım. Ama o zaman hiç hevesi yoktu.
-Şimdi olmuş işte.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk opera sanatkarını ben böyle tanımıştım. 1932-33 tiyatro sezonunda Semiha ilk defa sahneye' Hile ve Sevgi' piyesindeki Luize Müller rolü ile çıktı. Provalarında fena değildi. Oyun gecesi de pek ala geçti. Muhsin yeni yetişenlerde ufak bir istidat görünce artık onun yakasını kolay kolay bırakmaz. Ertesi sene 1933-34 kendisi bir piyes oynayacaktı. Seniha Göknil'in tercüme ettiği nefis bir eserdi 'Güneş Batarken'...
Muhsin'in önemi ile prova ettiği bu piyeste Klotilt isimli güzel bir rol vardı. Semiha için bu rol ideal olabilirdi. Muhsin bu rolü kesti, biçti, bu genç kızın ruhunun içine öyle bir döşedi ve dayadı ki, temsili takip eden bizler, aynı zamanda yeni bir sanatkarın doğuşunu da seyretmiş olduk.
Devam edecek..

1936 senesi. Burgaz adasında ' Kaçakçılar' isimli ilk sesli Türk filmi çevriliyor. Bir sene önce güzellik kraliçeliğini kazanmış olan Feriha Tevfik, frenk diyarındaki hem cinsleri gibi sinema perdesinde görünmeye razı gösterilmiş, bu filmde verdikleri baş kadın rolünü başarmak içinde Muhsin Ertuğrul'un rejisörlüğü altında çalışmaya başlamıştı.
O filmde rolüm yoktu ama hem arkadaşları görmek, hemde arkadaşların bu sessiz sanatı nasıl dile getireceklerini görmek sevdası ile bende Burgaz'a gitmiştim.
Yüzleri boyalı sanatkarları, kolları sıvalı, göğüsleri üryan bir rejisör ve operatörlerden başka bir grup daha vardı ki, ekran haricinde kalmış, taşların üstüne ilişmiş, oynayanları seyrediyor, rejisör dinliyor, operatörlerin hareketlerini kaçırmıyordu. Bunlarda bizdik. Yani seyirciler.
Bu seyircilerin içinde, yaşına göre uzun boylu, hayat bilgisine göre zeki yaradılışlı, öğrenci çağında olmasına rağmen alımlı hareketleri ile bir genç kızda, lakayt ve isteksiz bakışları ile aramızda dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum. O devirde tiyatroya hevesli genç kız bulmak, bugün sulh'e çare bulmak kadar güç ve akıbeti karanlıktı. Gazetelerle ilan eder, dostların kulaklarını doldurur, tahsil yolunda eli ayağı düzgün lise öğrencilerine kollarımızı açar, tiyatro hevesini aşılamaya çalışırdık.
Burgaz'da film seyretmeye gelen bu kız çocuğunu da görünce: 'Acaba hevesi mi var?' ümide kapılmış, Muhsin'in, işten mola verdiği zamanda ' Kuzum şu küçük kız kim?' diye sormuştum.
-Feriha'nın akrabası imiş. Onu seyre gelmiş.
- Hevesli mi?
- Yok canım...Biraz önce Hazım 'Sizde filmde oynamak ister misiniz? diye sordu.
-Ne cevap verdi?
-Hiç böyle bir şey düşünmedim, ben şimdi liseyi bitirmeye çalışıyorum, dediğini duydum.
-Sonrası için ümit yok mu acaba?
-Zannetmem. Eğer öyle olsaydı, liseyi bitireyim de ondan sonra derdi.
-Yazık...
1931 senesi idi,Maarif Vekaleti, Tepe başı tiyatro binasında Darülbedayi nin idaresi altında bir 'Tiyatro okulunun açılmasını uygun gördü. Bizde sevindik. O tarihi ahşap binanın yukarı katında ki bir odasında devede kulak bir tahsisatla okul kuruldu. Bu okula kimler girdi. Ve o tavan arasında ki oda, bugünkü tiyatro sahnesine ne kıymetli sanatkarlar yetiştirdi, bunları anlatmak uzun olur. Fakat o ışıldayan sanat kıvılcımını parlatmak, sonra onun ziyasında zevklenmek için, içten gelen nefesinizle körükler ve çatısı altına giren çıkanı kontrol ederken gözüme bir genç kız ilişti ki, hiçte yabancım değildi.
Alnından kesilmiş kaküller ile o devrin göklerde gezen sinema kadını Kolin Mur'a benzeyen bu kızı bir yerde görmüştüm ama nerede?
-Bu kız kim?
-Yeni geldi. Tiyatro okulunda öğrenci.
-Adı neymiş?
-Semiha.
-Semiha..Tanıyamadım.. Hangi okuldan gelmiş?
-Lisede okumuş. Sonra Güzel Sanatlar Akademisine girmiş. Şimdi de Konservatuvar da imiş.
-Ne yapıyormuş orada?
-Şan dersi alıyormuş.
-Demek sesi de var.
-Öyle diyorlar...
Şayet bir gün bizde de bir opera olursa...
-Ne latifeci adamsın, Nereden aklına gelir böyle tuhaf şeyler. Bizde de opera olursa...Allah müstahakını versin...Katılttın beni gülmekten...
- Muhsinciğim uğurlu kademli olsun. Yeni bir kız öğrencin daha gelmiş. Hem sesi de varmış.
-Ha..Semiha mı?
-Evet..Nasıl, bir şey olacak mı dersin?
-İstidadı var. Çalışırsa olur. Hem sen onu Burgaz dan tanırsın.
-Ne münasebet.
-'Kaçakçılar' filmini çevirirken Feriha Tevfik ile seyre gelmişi.
-Ha...Şimdi tanıdım. Ama o zaman hiç hevesi yoktu.
-Şimdi olmuş işte.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk opera sanatkarını ben böyle tanımıştım. 1932-33 tiyatro sezonunda Semiha ilk defa sahneye' Hile ve Sevgi' piyesindeki Luize Müller rolü ile çıktı. Provalarında fena değildi. Oyun gecesi de pek ala geçti. Muhsin yeni yetişenlerde ufak bir istidat görünce artık onun yakasını kolay kolay bırakmaz. Ertesi sene 1933-34 kendisi bir piyes oynayacaktı. Seniha Göknil'in tercüme ettiği nefis bir eserdi 'Güneş Batarken'...
Muhsin'in önemi ile prova ettiği bu piyeste Klotilt isimli güzel bir rol vardı. Semiha için bu rol ideal olabilirdi. Muhsin bu rolü kesti, biçti, bu genç kızın ruhunun içine öyle bir döşedi ve dayadı ki, temsili takip eden bizler, aynı zamanda yeni bir sanatkarın doğuşunu da seyretmiş olduk.
Devam edecek..
31 Ocak 2016 Pazar
Türkçe Şiir Denemesi Çakır Keyif 1926
Bugün daha değişik bir şey paylaşmak istedim. Bilindiği üzere Türkçe yazı ve yazılar hayatımıza 1930 senesinde girmiştir. Harf devrimi ise 1928 de kabul edilmiştir. Ama insanlar bununla ilgili sanırım yer yer denemeler yapmışlar. 1926 senesinde de Türkçe şiir denemesi yapılan bir yazıyı sizinle paylaşmak istedim. İzler dergisin de yapılmış olan bu deneme oldukça sevimli ve ilgi çekici. Umarım beğenirsiniz.
Şiirin adı Çakır keyif deneme olarak oldukça ilginç ama güzel tarafı yeni bir dille tanışmaya çalışmanın verdiği duygular olmalı. Burada Osmanlıca'dan çevrilmeye çalışılmış. Ve anlaşılması zor ve karmaşık olmuş. Bugün baktığımızda büyük bir devrime imza atılmıştır. Harf devriminde emeği geçen bütün aydın insanları saygı ile anıyorum.
Şiirin adı Çakır keyif deneme olarak oldukça ilginç ama güzel tarafı yeni bir dille tanışmaya çalışmanın verdiği duygular olmalı. Burada Osmanlıca'dan çevrilmeye çalışılmış. Ve anlaşılması zor ve karmaşık olmuş. Bugün baktığımızda büyük bir devrime imza atılmıştır. Harf devriminde emeği geçen bütün aydın insanları saygı ile anıyorum.
30 Ocak 2016 Cumartesi
Giresun Lisesinin Tiyatro Tarihine Dair Anımsamalar
Giresun Lisesinin Giresun için değişik özel bir yeri vardı. Bu nedenle bugünde sizinle Aksu dergisinde yayınlanmış olan Giresun'da İlk lise tiyatrosunu oynama ayrıcalığına sahip olan lisenin oynadığı oyunlarla ile ilgili bir konuyu paylaşmak istedim. (1946) Umarım beğenirsiniz.
LİSELİ GENÇLERİN 'PAYDOS' TEMSİLİ
Yıllardan beri hülyasını kurduğu lisesine kavuşan memleketimiz, zaman zaman bu kültür yuvasını faaliyetleri ile ruhlarındaki sanat ve gösteri ihtiyacının tatmin edildiğini görerek haklı ve gerçek gurur duymaktadır. Azimli yürüyüşleri, sağlam vücutları ile milli merasimlerde samimi alkışlar toplayan onlar, resim-amatör sergisinde en çok eserleri veren, dereceyi tutan onlar, müzik kurallarında ruhumuza hitap eden onlar, halk evi kürsüsünde onlar, nihayet sahnemizde onlar...Halk evleri kürsüsünde, onlar, nihayet sahnemizde onlar.
Üç sene gibi kısa bir tarihi olan lisemiz, memleket kültürü ve sanat hayatına karışmış hatta, önderlik ödevini yüklenmiştir denilse hiç mübalağa olmaz. Bu yıl ilk mezunlarını verecek olan bu yuva, bize ilk sene Müfettiş, ikinci sene Jul Sezar ve Cimri, bu senede Paydos piyesini temsil etmekle eşsiz birer sanat hayatı yaşatmışlardır.
İstanbul ve Ankara gibi sanat hayatının en yüksek mertebeye ulaştığı şehirlerde aylarca temsil edilen Cevat Fehmi'nin Paydos'u, liseli gençlerimiz tarafından başarı ile temsil edilmiştir. İlk mezunların veda müsameresi mahiyetinde olan temsil, edebiyat kolundan Orhan Akman'ın aşağıdaki konuşması ile başlamıştır.
Sayın büyüklerim, aziz yurttaşlarım,
Okulumuzun bu sene oynayacağı Paydos piyesinin temsili işi omuzlarımıza yüklenmiş bulunuyor.. Aylardan beri Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerinde şehir tiyatrolarında yüzlerce defa oynatılan bu rekor kırıcı yerli piyesin, Giresunumuzda da görülmesini arzu ettik. Halkın, yani bütün Türk milletinin binlerce zevk sürecinden geçirdiği, çok alkışladığı, beğendiği Paydos, Türk edebiyatının ölmezleri arasına geçmiş demektir.
Okul, Öğretmen, Öğrenci sevgisini, realitenin tok ve gür sesiyle, bütün incelik ve kutsiyeti ile bir kere daha tattırmış olan Paydos, hususiyetle eğitim öğretim ilgililerini yeniden büyülemiştir. Bu eseri oynamakla biz öğrenciler bilseniz ne kadar bahtiyarız. Giresun da ilk defa sahneye konulan bu taptaze mahalli şah eserin yazarı Cevdet Fehmi'ye selam ve saygılarımız tekrarlamayı borç biliriz. Paydos'u oynarken ortaya çıkan daima muhtemel kusurlarımızı bizim amatörlüğümüze , başarıları - cüz-i de olsa- piyesin kahramanı Mürteza beylerin, öğretmenlerimizin hesabına kaydetmelisiniz. Çünkü baştan sona kadar ilgi ile takip edeceğinizden şüphemiz olmayan rollerimiz de, öğretmenlerimizin eli, ruhu vardır. Biz her şeyi zaten Mürteza beylerden öğretmenlerden öğrenmedik mi?
Bugün lisenin son sınıfındayız, iki ay sonra Giresun lisesinin ilk mezunları olacağız. Yarın üniversiteye, öbür gün hayat okulunun girdaplarına katılacağız. Bir veda müsameresi duygusunu da vermek istediğimiz temsilde sizlere, öğretmenlerimize ve bütün öğrenci arkadaşlarımıza on bir senelik çalışma, didinme, nihayet - takdir buyurulursa- bir çok külfetlerin hizmetleri mahsulü olgunlaşmaya başlayan meyvelerimiz den tattırmak halis düşüncesi ile burada toplandık. Dekorlarımız kusurlu, hareketlerimiz nahoş dahi olsa, onlar dillerde, gönüllerde bir zevk ve heyecan bırakacaktır. Bu bizim için en büyük kazanç ve bahtiyarlıktır.
Muhterem büyüklerimiz, huzurlarınızla bizlere şeref ve cesaret veriyorsunuz. Hepimiz en derin şükranlarımız sunar ve bütün kalbimizle sizleri selamlarız.
Eserde bilhassa Hatice hanım rolünde Güner Türkistanlı, Mürteza rolünde Erkol Baysa, Hacı Hüsamettin rolünde Sacit Karaibrahimoğlu dikkati çekmişler. Ayşe rolünde Nevin Aydar, Balıkçı Ahmet rolünde Hilmi ok, Muhtar rolünde Kemal Öztürk, Ömer rolünde Sıtkı Köyhan ve İbrahim rolünde Nihat Ongun rollerini gerçekten seyircilere yaşatmışlar, diğer rollerdeki Haluk Okay, Niyazi Ünver, Orhan Başaran, Nevzat Şensoy, Yurdanur Alaeddinli, Kamile Barda ve Yunus Atalay da rollerini mahiyetini kavrayarak yapmışlar ve başarılı olmuşlardır.
Perde aralarında gerek okul korosu, gerekse öğrenciler tarafından okunan triyo ve solo şarkılar, dinleyiciler üzerinde daha değişik tesirler yapmış, gençlerimizin sanat gecesine başka bir orjinalite katmıştır. Liseli gençlerimizi tebrik eder ve gelecek nesillerden de ağabeyleri gibi, bize sanat alemleri yaşatmalarını bekleriz.
Eserin hazırlanmasında bazı mahrumiyetlere rağmen azimli çalışmaları ile güçlükleri yenerek gençlerin başarılarını temin eden değerli lise müdürü Bekir Bey, edebiyat öğretmeni Lütfü Güngör'ü ve baş yardımcı Celal Tümay' tebrik etmeyi borç biliriz.
Bir konuyu daha paylaşmadan geçemeyeceğim kısaca da olsa oda
İLK MEZUNLARIN HATIRLATTIKLARI
Bu yazıyı Muharrem Tekdal yazmış bulunmaktadır.
Giresun lisesi ilk mezunlarını verdi, heberini gazetede okuyunca, sonsuz sevincim yanında, düşlerim, bilmem neden, gelecekten ziyade, geçmişlerde dolaştı. Yıllara ve olaylara, gözlerimin önünde geçit resmi yaptırdım. Fakat yılların gerçek dolgunluğu nerede? Geleceğin aydınlığının içli şairi Celal Sahir, ölüm döşeğinde iken, benim şu aradaki duygumu en güzel ifade etmiş ' elli iki yıl geçti elli iki gün gibi.' Evet geçen on iki yıl, on iki günden farklı değildir. ruhumda bir anada yılları içiverdim sanki ve kendimi, o günlerin benlerinden farklı görmedim.
Fakat hey hat... Realite, peşimi bırakmıyor mu ki durmadan yüzüme haykırıyor 'Ey gafil, kendini göremiyorsan, hiç olmazsa, beni gör.' Gerçekten 1937 yılında, ilk sınıflarda okuduğum ve çocukluğun bütün temiz ve samimiliğini taşıyan çehrelerini, şu anda da görür gibi olduğum övgüye değer nefesler, övgüye değer maçular, Nahit Bilginler, Emin Turgutalpler, Halit, İsmail Çamurlar, Şeref Uzunkayalar, şimdi ya hayata atılmış yahut atılmak üzere olan birer delikanlı dırlar. Hatta bugün o kültür ocağının ilk mezunları olmak bahtiyarlığına erenlerden Rıfat Akın, Ahmet Uçak, Özdemir Aras, Şükrü Düdükçü, Yunus Atalay, Ali Işık, Temel Kaptan, şüphesiz altı yıl önceki - kelimenin tam manası ile- çocuk değillerdir. Onlar bize gerçeği en doğru aksettiren aynalardır.
Neye saklamalı, biz öğretmenler, gittikçe olgunlaşan bu meyvelerle duyacağımız gurura bir parçada hüzün katmaktan kendimizi alamayız. Öyle bir hüzün ki:
Eteklerde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.. diyen Haşim'in hüznünden daha beter bir hüzün. Şahsımdan ötürü duyduğum hüzün bir taraf, bu haberle asıl o cennet beldeye ait yıllanmış dertlerim depreşti. Gözlerimin önünden, yıllar boyunca sınıf sınıf, dönem dönem, öğrenci hayalleri geçti. İçim burkuldu ve gözlerim doldu.
Çünkü 1946 yılına kadar, her yıl beş on yeteneklinin acısı yüreğimizde çöreklenip yerleşmişti. Yıllarca lise sizlik yüzünden nice pırlanta zekaları gözleri yaşlı köylerine yolladık. Dünyada hiç bir azap, sevgili vatandaşlarım, bunun azabından çökertici değildir. Bunu dile getirmek ne mümkün.... aslında biraz daha devamı var sadece kısaca değindim oda Lisenin önemini kavratmak için...
Birde kısaca Lisede Müsamere ile ilgili kısa bir yazıyı paylaşmak istiyorum yarım kalmasın....
LİSEDE MÜSAMERE
Lise öğrencileri bu yıl Molyer'in ' Kibarlık Budalası'nı temsil ettiler. On yedinci yüzyılın Fransasının dahi komedi yazarı beşeri zaafları yakalamakta ve kuvvetli tipler halinde sahneye koymakta eşsizdir. ( Cimri, Misantrop, Zoraki hekim vs.) Kibarlık Budalası da bunlardan biridir.
Burjuva yanı esnaf olan Mösyö Jourdain beyzade olmak kibarlaşmak için türlü gülünçlüklere düşmeyi göze alır. Eser bu esas tip etrafında dönerse de bu kuvvetli karekteri canlandırmaya yarayan yardımcı rollerde vardır. ( Züppe, Kont, Dans, silah ve felsefe hocaları gibi) Molyer bu eserinde kibar beyzadeler le alay ediyor. Bizce bu eser oyunların amatör ve profesyonel oluşuna göre tenkit edilmelidir. Tiyatroyu kendine meslek edinmiş sanatçılar yanında derslerinden ayırdığı zamanı harcayarak sahneye çıkan öğrencilerin mütevazi başarısı çok şey ifade eder.
Mösyö Jourden rolünde Ahmet Tirali zaman zaman rolünün havasından taşmalar göstermekle beraber fevkalade idi. Hiç bir zaman rolün ağırlığı altında ezilmedi. Madam Jourder rolündeki Manije Bilgin rolünün havasına hiç girememişti. Eserdeki sakin ve olgun kadın yerine, sinirli kelimeleri ağzında yutan aceleci bir tiple karşılaştık. Sakin konuştuğu zamanlar iyi idi. Dans hocası tipi rolüne uygun değildi. Fakat Orhan Bilgin bu engeli anlayışılı oyunu ile yenmesini bildi. Eserin en kıymetli sanatçısı Felsefe öğretmeni rolünde Recai Yanıkömer'di. Ses tonu, ağır başlı hali. sakin edası gerçekten rolünü çok iyi kavradığını gösteriyordu. Hele ' Seneka'nın gazaba dair hikemi (şiir türü) eserini okumadınız mı?diye başlayan konuşması çok güzeldi. Kont, inandırıcı konuşması, züppe haliyle, Mariz ince yapısı masumluğu ile vazifelerini yaptılar.
Dekorlar fena değildi. Bilhassa kostümler eldeki imkanlara göre gayet güzeldi. Emek harcandığı ilk bakışta belli oluyordu. Ayrıca kaydetmeden geçemeyeceğim bir noktada salondaki düzen ve nezaket havası idi. Bu bakımdan görevli arkadaşları takdir etmemek elde değil.
Bir okul çerçevesinde yapılan iş küçümsenemez. Çocuklar ve öğretmenler başarı kazanmışlardır. Tebrik ederiz.
Bir lise hikayesi, benimde görev yaptığım ve tiyatro ile orada tanıştığım Giresun Lisesi inişleri çıkışları ile gerçekten kendine özel bir yönü olan okuldur.
Görev yaptığım sırada iz bırakan bazı renkli öğretmenleri bende paylaşmadan geçemeyeceğim. Cin Yusuf'u, fıkraları ile meşhur Halit Konar'ı, kedileri ile meşhur Semih Hattatoğlu'nu, tiyatrosunu yeniden ayağa kaldırmakta emeği olan müdürü Ertuğrul Tosunoğlu'nu, bunda katkısı bulunan tiyatro aşığı Şaban Karakaya'yı, izcilikte çığır açmış olan Yaşar Ünal'ı, birde ablam gibi sevdiğim Emine Bıçakcı'yı ve diğer renkli simalarımız.
Gerçekten yazmakla bitmeyecek bir kadar renkli ve değerli insanları barındıran okul. Orada tiyatro ile tanışıp bugün konservatuara giderek tiyatro hayatına atılmış öğrencilerimizden Serkan Yakan'ı, Mustafa Çolakoğlu'nu, çok başarılı olmasına karşın başka bir hayata atılan ama içinde tiyatro aşkı hiç sönmeyen İbrahim Haluk Alioğlu'nu ve nicelerini...
Eminim her okulun kendine has bir rengi vardır. Ve birde tüm öğrencilerin 'eşek co' adını verdikleri okula yakın kaçma yeri.
Ben sadece Anadolu'da okuldan çok bir aile havasında olan ve çoğu insanda özel bir yer tutan bir okul hikayesini anlatmak istedim. Nice okullar vardır böyle eminim. İsmini yazmadığım çok arkadaşım olduğunu biliyorum ama inanın oda kendine has bir öykü olduğu için sadece kısaca değinmek istedim. Bu nedenle onlardan özür diliyorum.
Sevgi ve saygı ile kalın..
LİSELİ GENÇLERİN 'PAYDOS' TEMSİLİ
Yıllardan beri hülyasını kurduğu lisesine kavuşan memleketimiz, zaman zaman bu kültür yuvasını faaliyetleri ile ruhlarındaki sanat ve gösteri ihtiyacının tatmin edildiğini görerek haklı ve gerçek gurur duymaktadır. Azimli yürüyüşleri, sağlam vücutları ile milli merasimlerde samimi alkışlar toplayan onlar, resim-amatör sergisinde en çok eserleri veren, dereceyi tutan onlar, müzik kurallarında ruhumuza hitap eden onlar, halk evi kürsüsünde onlar, nihayet sahnemizde onlar...Halk evleri kürsüsünde, onlar, nihayet sahnemizde onlar.
Üç sene gibi kısa bir tarihi olan lisemiz, memleket kültürü ve sanat hayatına karışmış hatta, önderlik ödevini yüklenmiştir denilse hiç mübalağa olmaz. Bu yıl ilk mezunlarını verecek olan bu yuva, bize ilk sene Müfettiş, ikinci sene Jul Sezar ve Cimri, bu senede Paydos piyesini temsil etmekle eşsiz birer sanat hayatı yaşatmışlardır.
İstanbul ve Ankara gibi sanat hayatının en yüksek mertebeye ulaştığı şehirlerde aylarca temsil edilen Cevat Fehmi'nin Paydos'u, liseli gençlerimiz tarafından başarı ile temsil edilmiştir. İlk mezunların veda müsameresi mahiyetinde olan temsil, edebiyat kolundan Orhan Akman'ın aşağıdaki konuşması ile başlamıştır.
Sayın büyüklerim, aziz yurttaşlarım,
Okulumuzun bu sene oynayacağı Paydos piyesinin temsili işi omuzlarımıza yüklenmiş bulunuyor.. Aylardan beri Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerinde şehir tiyatrolarında yüzlerce defa oynatılan bu rekor kırıcı yerli piyesin, Giresunumuzda da görülmesini arzu ettik. Halkın, yani bütün Türk milletinin binlerce zevk sürecinden geçirdiği, çok alkışladığı, beğendiği Paydos, Türk edebiyatının ölmezleri arasına geçmiş demektir.
Okul, Öğretmen, Öğrenci sevgisini, realitenin tok ve gür sesiyle, bütün incelik ve kutsiyeti ile bir kere daha tattırmış olan Paydos, hususiyetle eğitim öğretim ilgililerini yeniden büyülemiştir. Bu eseri oynamakla biz öğrenciler bilseniz ne kadar bahtiyarız. Giresun da ilk defa sahneye konulan bu taptaze mahalli şah eserin yazarı Cevdet Fehmi'ye selam ve saygılarımız tekrarlamayı borç biliriz. Paydos'u oynarken ortaya çıkan daima muhtemel kusurlarımızı bizim amatörlüğümüze , başarıları - cüz-i de olsa- piyesin kahramanı Mürteza beylerin, öğretmenlerimizin hesabına kaydetmelisiniz. Çünkü baştan sona kadar ilgi ile takip edeceğinizden şüphemiz olmayan rollerimiz de, öğretmenlerimizin eli, ruhu vardır. Biz her şeyi zaten Mürteza beylerden öğretmenlerden öğrenmedik mi?
Bugün lisenin son sınıfındayız, iki ay sonra Giresun lisesinin ilk mezunları olacağız. Yarın üniversiteye, öbür gün hayat okulunun girdaplarına katılacağız. Bir veda müsameresi duygusunu da vermek istediğimiz temsilde sizlere, öğretmenlerimize ve bütün öğrenci arkadaşlarımıza on bir senelik çalışma, didinme, nihayet - takdir buyurulursa- bir çok külfetlerin hizmetleri mahsulü olgunlaşmaya başlayan meyvelerimiz den tattırmak halis düşüncesi ile burada toplandık. Dekorlarımız kusurlu, hareketlerimiz nahoş dahi olsa, onlar dillerde, gönüllerde bir zevk ve heyecan bırakacaktır. Bu bizim için en büyük kazanç ve bahtiyarlıktır.
Muhterem büyüklerimiz, huzurlarınızla bizlere şeref ve cesaret veriyorsunuz. Hepimiz en derin şükranlarımız sunar ve bütün kalbimizle sizleri selamlarız.
Eserde bilhassa Hatice hanım rolünde Güner Türkistanlı, Mürteza rolünde Erkol Baysa, Hacı Hüsamettin rolünde Sacit Karaibrahimoğlu dikkati çekmişler. Ayşe rolünde Nevin Aydar, Balıkçı Ahmet rolünde Hilmi ok, Muhtar rolünde Kemal Öztürk, Ömer rolünde Sıtkı Köyhan ve İbrahim rolünde Nihat Ongun rollerini gerçekten seyircilere yaşatmışlar, diğer rollerdeki Haluk Okay, Niyazi Ünver, Orhan Başaran, Nevzat Şensoy, Yurdanur Alaeddinli, Kamile Barda ve Yunus Atalay da rollerini mahiyetini kavrayarak yapmışlar ve başarılı olmuşlardır.
Perde aralarında gerek okul korosu, gerekse öğrenciler tarafından okunan triyo ve solo şarkılar, dinleyiciler üzerinde daha değişik tesirler yapmış, gençlerimizin sanat gecesine başka bir orjinalite katmıştır. Liseli gençlerimizi tebrik eder ve gelecek nesillerden de ağabeyleri gibi, bize sanat alemleri yaşatmalarını bekleriz.
Eserin hazırlanmasında bazı mahrumiyetlere rağmen azimli çalışmaları ile güçlükleri yenerek gençlerin başarılarını temin eden değerli lise müdürü Bekir Bey, edebiyat öğretmeni Lütfü Güngör'ü ve baş yardımcı Celal Tümay' tebrik etmeyi borç biliriz.
Bir konuyu daha paylaşmadan geçemeyeceğim kısaca da olsa oda
İLK MEZUNLARIN HATIRLATTIKLARI
Bu yazıyı Muharrem Tekdal yazmış bulunmaktadır.
Giresun lisesi ilk mezunlarını verdi, heberini gazetede okuyunca, sonsuz sevincim yanında, düşlerim, bilmem neden, gelecekten ziyade, geçmişlerde dolaştı. Yıllara ve olaylara, gözlerimin önünde geçit resmi yaptırdım. Fakat yılların gerçek dolgunluğu nerede? Geleceğin aydınlığının içli şairi Celal Sahir, ölüm döşeğinde iken, benim şu aradaki duygumu en güzel ifade etmiş ' elli iki yıl geçti elli iki gün gibi.' Evet geçen on iki yıl, on iki günden farklı değildir. ruhumda bir anada yılları içiverdim sanki ve kendimi, o günlerin benlerinden farklı görmedim.
Fakat hey hat... Realite, peşimi bırakmıyor mu ki durmadan yüzüme haykırıyor 'Ey gafil, kendini göremiyorsan, hiç olmazsa, beni gör.' Gerçekten 1937 yılında, ilk sınıflarda okuduğum ve çocukluğun bütün temiz ve samimiliğini taşıyan çehrelerini, şu anda da görür gibi olduğum övgüye değer nefesler, övgüye değer maçular, Nahit Bilginler, Emin Turgutalpler, Halit, İsmail Çamurlar, Şeref Uzunkayalar, şimdi ya hayata atılmış yahut atılmak üzere olan birer delikanlı dırlar. Hatta bugün o kültür ocağının ilk mezunları olmak bahtiyarlığına erenlerden Rıfat Akın, Ahmet Uçak, Özdemir Aras, Şükrü Düdükçü, Yunus Atalay, Ali Işık, Temel Kaptan, şüphesiz altı yıl önceki - kelimenin tam manası ile- çocuk değillerdir. Onlar bize gerçeği en doğru aksettiren aynalardır.
Neye saklamalı, biz öğretmenler, gittikçe olgunlaşan bu meyvelerle duyacağımız gurura bir parçada hüzün katmaktan kendimizi alamayız. Öyle bir hüzün ki:
Eteklerde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.. diyen Haşim'in hüznünden daha beter bir hüzün. Şahsımdan ötürü duyduğum hüzün bir taraf, bu haberle asıl o cennet beldeye ait yıllanmış dertlerim depreşti. Gözlerimin önünden, yıllar boyunca sınıf sınıf, dönem dönem, öğrenci hayalleri geçti. İçim burkuldu ve gözlerim doldu.
Çünkü 1946 yılına kadar, her yıl beş on yeteneklinin acısı yüreğimizde çöreklenip yerleşmişti. Yıllarca lise sizlik yüzünden nice pırlanta zekaları gözleri yaşlı köylerine yolladık. Dünyada hiç bir azap, sevgili vatandaşlarım, bunun azabından çökertici değildir. Bunu dile getirmek ne mümkün.... aslında biraz daha devamı var sadece kısaca değindim oda Lisenin önemini kavratmak için...
Birde kısaca Lisede Müsamere ile ilgili kısa bir yazıyı paylaşmak istiyorum yarım kalmasın....
LİSEDE MÜSAMERE
Lise öğrencileri bu yıl Molyer'in ' Kibarlık Budalası'nı temsil ettiler. On yedinci yüzyılın Fransasının dahi komedi yazarı beşeri zaafları yakalamakta ve kuvvetli tipler halinde sahneye koymakta eşsizdir. ( Cimri, Misantrop, Zoraki hekim vs.) Kibarlık Budalası da bunlardan biridir.
Burjuva yanı esnaf olan Mösyö Jourdain beyzade olmak kibarlaşmak için türlü gülünçlüklere düşmeyi göze alır. Eser bu esas tip etrafında dönerse de bu kuvvetli karekteri canlandırmaya yarayan yardımcı rollerde vardır. ( Züppe, Kont, Dans, silah ve felsefe hocaları gibi) Molyer bu eserinde kibar beyzadeler le alay ediyor. Bizce bu eser oyunların amatör ve profesyonel oluşuna göre tenkit edilmelidir. Tiyatroyu kendine meslek edinmiş sanatçılar yanında derslerinden ayırdığı zamanı harcayarak sahneye çıkan öğrencilerin mütevazi başarısı çok şey ifade eder.
Mösyö Jourden rolünde Ahmet Tirali zaman zaman rolünün havasından taşmalar göstermekle beraber fevkalade idi. Hiç bir zaman rolün ağırlığı altında ezilmedi. Madam Jourder rolündeki Manije Bilgin rolünün havasına hiç girememişti. Eserdeki sakin ve olgun kadın yerine, sinirli kelimeleri ağzında yutan aceleci bir tiple karşılaştık. Sakin konuştuğu zamanlar iyi idi. Dans hocası tipi rolüne uygun değildi. Fakat Orhan Bilgin bu engeli anlayışılı oyunu ile yenmesini bildi. Eserin en kıymetli sanatçısı Felsefe öğretmeni rolünde Recai Yanıkömer'di. Ses tonu, ağır başlı hali. sakin edası gerçekten rolünü çok iyi kavradığını gösteriyordu. Hele ' Seneka'nın gazaba dair hikemi (şiir türü) eserini okumadınız mı?diye başlayan konuşması çok güzeldi. Kont, inandırıcı konuşması, züppe haliyle, Mariz ince yapısı masumluğu ile vazifelerini yaptılar.
Dekorlar fena değildi. Bilhassa kostümler eldeki imkanlara göre gayet güzeldi. Emek harcandığı ilk bakışta belli oluyordu. Ayrıca kaydetmeden geçemeyeceğim bir noktada salondaki düzen ve nezaket havası idi. Bu bakımdan görevli arkadaşları takdir etmemek elde değil.
Bir okul çerçevesinde yapılan iş küçümsenemez. Çocuklar ve öğretmenler başarı kazanmışlardır. Tebrik ederiz.
Bir lise hikayesi, benimde görev yaptığım ve tiyatro ile orada tanıştığım Giresun Lisesi inişleri çıkışları ile gerçekten kendine özel bir yönü olan okuldur.
Görev yaptığım sırada iz bırakan bazı renkli öğretmenleri bende paylaşmadan geçemeyeceğim. Cin Yusuf'u, fıkraları ile meşhur Halit Konar'ı, kedileri ile meşhur Semih Hattatoğlu'nu, tiyatrosunu yeniden ayağa kaldırmakta emeği olan müdürü Ertuğrul Tosunoğlu'nu, bunda katkısı bulunan tiyatro aşığı Şaban Karakaya'yı, izcilikte çığır açmış olan Yaşar Ünal'ı, birde ablam gibi sevdiğim Emine Bıçakcı'yı ve diğer renkli simalarımız.
Gerçekten yazmakla bitmeyecek bir kadar renkli ve değerli insanları barındıran okul. Orada tiyatro ile tanışıp bugün konservatuara giderek tiyatro hayatına atılmış öğrencilerimizden Serkan Yakan'ı, Mustafa Çolakoğlu'nu, çok başarılı olmasına karşın başka bir hayata atılan ama içinde tiyatro aşkı hiç sönmeyen İbrahim Haluk Alioğlu'nu ve nicelerini...
Eminim her okulun kendine has bir rengi vardır. Ve birde tüm öğrencilerin 'eşek co' adını verdikleri okula yakın kaçma yeri.
Ben sadece Anadolu'da okuldan çok bir aile havasında olan ve çoğu insanda özel bir yer tutan bir okul hikayesini anlatmak istedim. Nice okullar vardır böyle eminim. İsmini yazmadığım çok arkadaşım olduğunu biliyorum ama inanın oda kendine has bir öykü olduğu için sadece kısaca değinmek istedim. Bu nedenle onlardan özür diliyorum.
Sevgi ve saygı ile kalın..
29 Ocak 2016 Cuma
Giresun Şairi Can Akengin'le 'Giresun'da Eski Tiyatrolar' 1926
Bugünde Giresun şairi Can Akengin'in 1 haziran 1926 yılında İzler dergisine yazmış olduğu Giresun da Eski Tiyatrolar adlı yazısını paylaşayım dedim. Umarım beğenirsiniz.
-Sanki siz gitmediniz mi?
-Giderdik, giderdik ama ' peçeli kadınlar', 'paki damenler', 'seksen günde devir alemler', gibi 'müthiş cani dramları' ve ' yeni yeni kantoları' görmek için değil.
-Ya.
- Halkı, bilhassa üçüncü mevkide kileri seyretmek amacıyla.-......Evet loca mızı daima onları görebilecek taraftan seçerdik. Sahne, parterden fışkıran, tavandan yanan ışık tufanı içinde canlanan peyzajı, can yakan aşiftesi ile göz alır, gönül avlarken bizi,-Selahaddin, Şükrü, ben yalnız üçüncü mevki ile alakadar olurduk.
Onların çoğunu köy bıçkınları teşkil ederdi. Ve tahta sedirlere öyle dik, öyle bir tuhaf dizilişleri...Birbirlerini dürten dirsekleri, eğilip fısıldaştıkları öyle acayip bir gizli işler vardı ki...bayılırdık. Dilberlerin çeşit çeşit boyaları, marifeti...Dolgunluğu, yığın yığın göğüs vatkaları ile arşın arşın baldır bantlarının malı olan sahne sürtüklerine dikilen dikilen o yağlı bakışların, keskinliği, aç gözlülüğü, hart hart ısırganlığı ne idi,
Yarabbi....Bütün tiyatro halkı efeliğin efesin den daha çok fettan rakının gıdıklayıp kuruttuğu ahlara, oflara, çılgın bir şehvet kasırgasına tutulmuş loca kaplamalarında kamçı şıklatır:
- Yaşa..
-İsterük...
- Bir daha, daha çok... nağmeleri ile avuç patlatırken...Bizin kahkahalarımız üçüncü mevkidekiler için çınlar, bizim ellerimiz yalnız onları cippanlardı(alkışlardı). Bu gün şimdi bu anda, araya bir çok yıllar girmesine rağmen, gözlerimi yummadan onları görebiliyorum ve sinsi zalim senelerin benden uzaklaştırdığı o saygısız, engin sevincim ile işte bakınız yine gülüyorum...Eğer sizde...
-Maksadı unutuyorsunuz.
-Bilakis, bilakis tam içindeyim... Eğer sizde asi gönlünüze uyarak başınızı alıp yad ellere savuşmasaydınız ve bu sebepsiz gurbet, kendinizi memlekete yadırgatacak kadar uzun sürmese idi, bizimle akranlarınızla yaşamış olsa idiniz derhal üçüncü mevki müşterilerini hatırlar ve böyle tıpkı bizim gibi kahkahalarla gülerdiniz. Hayal ediniz ki bir kere, basık locaların saçaklayıp gölgelediği o kuytu yer ki, kulak arkalarında uç verip filizlenen mavi çemberlerin dolandığı sivri fesliler le... Yardan ayrıldım fiskeli sivri ve simsiyah fesli vuslat müşterileri ile tıka pasa doludur.
İçlerinde imanım açık gel, tarzı bağlanmış, şöylece, binin yarısı beş yüz tarzında, gelişi güzel omuza atılmış sırma başlıkları da eksik değildir. Gözler büyümüş, devirmileşmiş adeta birer can kurtaran biçiminde karar kılmıştır. Renkler belki boşluğun yardımı ile çok kaçık, ağızlar şüphesiz hascak ( güzel) kızın tesiri ile haddinden ziyade açıktır...Birer büyük majiskül (büyük harfle yazılmış yazı) 'O' ya benzeyen bu ağızların arasında, ayrılıklarını çöp tenekesine atılmış limon kabukları gibi çarpık çurpuklarını da seçebilirsiniz. İçi boşalmış, kepezli ve koskocaman vapur midyalarını andıracak kadar post bıyıkları, yılışıkları da kahkahalarınıza caba dır. Vücutlar estantane resimler misali, yani hareket anında katılmış gibidir...
Yalnız bir tanesi vardır, her gece gelir ve dipteki yerini hiç değiştirmezdi. Gözlerini ' Şanı' da kıvrana büküle, kıvrıla döküle oynayan zorlu kıza bir hançer gibi saplayan ve daima, ağzını açan alt dudağını şiddetle ısıran bu ateşli, bu toy ve ter bıyıklı delikanlı çok ömür şeydi.. İnce, çevik kurumuş vücudunu kurumuş bir cıdık kadar tetikte tutar, ellerini şey, hani zıpkaların kaytan kenarlı minik cepleri yok mu? İşte oradan hiç çıkarmazdı. İkide bir derin iç çekişinden ve öfkeli öfkeli nefes alışından -ta locamızdan- çıkardığıma göre o çocuk enayi değildi. Polisler ne ise ne... Zaptiyelerle karşılaşmayacağından emin olsa o yapacağını biliyordu. Bütün ' Şu herifler' şu gürültülü çalımlı korkak yumuşak şehirliler, nihayet bir sürüden hüd demeden kaçışacak sürüden başka ne idiler...
- Güzel, çok güzel, fakat maksat? Azizim siz mevzu dağıtıyorsunuz.
-Bilakis dört ucunu şimdi kavradım ve artık bohçalıyacağım...Evet biz tiyatroyu işte bunları seyretmek için giderdik. Sahne ile hiç alış verişimiz yoktu. Zaten, yüzsüz, hoppa beylerden, Çapulalı kıvrak, yosma delikanlılardan, bilhassa o belalı '......' dan aman var mı idi... birazda biz ah oh çekelim, azıcıkta biz kaş göz edelim... Racon kesmek, afilli, edalı, bıyık burmak ve kinayeli kinayeli öksürmek sırası bir kerede bize gelsin? Ne gezer, ne gezer...
Kantolar biter, düetler tükenir, feci dramlar güm güm devrilen (Bedri) ler ile nihayete ererdi. Sonra hayasız ibiş maktullerin üzerinden atlayarak sırık hizmeti ile sulanmadan..Daha ' Muhterem temaşa giran efendilerimiz yarın akşamda böyle teşri buyururlarsa düğünümüzü yaparız' demesini beklemeden biz, Selahattin, Şükrü, ben kalkar kapıda beklerdik. Beklerdik ki üçüncü mevki müşteriler ile birlikte çıkalım..Onlar, çok kavi, çok ihtiraslı, ' ah' larla birbirine abanarak kol çıkıp, çimdik atarak, taş merdivenleri üçer dörder atlarken, bizde peşlerine takılırdık, o kadar ateşli arzular, öyle yürek yakan özlemler ve tuhaf tuhaf temsiller işitirdik ki, neşemize sermaye, kahkahalarımıza vesile olurdu.
Bir akşam... bütün teferruatı ile o günler aha gözümün önüne geldi, tekmili heyeti ile o büyük, o meşhur,'Osmanlı dram kumpanyası' nı işte görüyorum. Mevsim kış ortaları idi. Memleketin başı ' Anika' adlı bir fırtınanın uğultusu ile sersemdi. Bu iri, siyah gözlü levent endamlı Anika'nın, şıkır şıkır şaklıyan fıdıklarına olgun göbeğinin bütün orospuluklarını uydurarak dönmesi, oyundan ziyade bir gösteriş gaddar vücudunun imrendiren dolgunluklarını, gıcıklayan hatlarını bir teşhir edişti. O çirkin o kahpece kıvırmalar, o banal, o imalı etek açma ve bacak fırlatmalar herkesi mübalağasız söylüyorum, herkesi alt üst ediyordu. O akşam polislerin müdahalesi ile bastırılan bir kaç hatırı sayılır münazaa geçtikten. tiyatro binasını alkış şakırtıları 'Yaşa' nağraları ile inim inim inledikten ve sahne sigaralarla, mecidiyelerle döşendikten sonra perde inmişti. Biz yine üçüncü mevki dostlarımızla çıkıyorduk. İçlerinden biri arkadaşının gümüş hamaylısını ( takı türü) çekerek:
- Görüyon mu şeytan şehirlileri? dedi. adına tiyatro takmışlar, memleketin şark göbeğinde kadıları, kaymakamları, zabitleri, zaptiyeleri ile çatır çatır kız oynatıyorlar. Hem de kaçını birden..Şeytan şehirliler biz bir Fadimeyi..
.Alt tarafını dinlemeye gerek var mı idi?
Onların Fadimecikleri gözlere diken oluyor, çok görülüyordu. İşin içinde kodese girmek, yaralanmak hatta ölmek bile vardı. İnsaf ile düşünecek olursa uzun kış günlerinin, gençlik ve cehaletin, işsizlik ve ıssızlığın zaruri bir neticesi olan bu ' Kız oynatma' adeti bizim ' Tiyatro' adını verdiğimiz rezalet ve şehvet kaynaklarının yanında öpüp de başa konacak bir şeydi. Onlar hiç olmazsa köylerinin ismetine, büyüklerin ağırbaşlılığına hürmet ediyorlar, tenha yerlere, kuytu sağır dere içlerine çekiliyorlardı. Orası cesaretle beraber saygı ve mertliğinde hüküm sürdüğü bucaklardı. Pullu yaşmaklı Fadime, kömür gözlü, beyaz pamuk Fadime, ' Hoppalak' elleri ile sigara dağıtır, kadeh dolaştırır, bağlamanın çok içli, çok hovarda nağmelerine uyarak....
Lazutlar salkım saçak
Alçak boylusun alçak
diye fincan şıkırtıları ile dönerken, hiç bir göz bir saniyeden fazla onun üzerinde tutunamazdı.
Halbuki biz.... Tiyatroyu bir cehennem yolu, bir ahlaksız pınar addeden babalarımız, bu görüşte çok haklı idiler.
-Bu görüş, ne yazık ki bugünde haklıyım iddiasında..
.-Elbette..Bize tiyatroyu nasıl tanıtmışlardı? Ve şimdiye kadar bu hususta ne yapıldı ki?
Bir iki kömürcü sokağı süprüntüsü ile bir kaç Galata mahsulü, kaldırım dolu laternacıların birleşerek masum, mübarek Anadolu muza gelip icrayı rezalet etmeleri, tiyatroya ahlakı umumiye ye açıktan açığa bir kast ve en büyük küfürdü. Bunlara göz yuman bu uygunsuzları himaye, hatta teşvik eden o zamanın idare adamlarına karşı içimde halen sönmeyen bir hınç var.
Fıdık çalıp göbek atmak, anıra, böğüre,' ilanı aşk' edip, bağıra böğüre cinayetler yapmak... Tavan arasında çift sürmeler, kömürlükte çamaşır değiştirmeler gibi adi, yavan tuhaflıklarla bir yığın cinaslı laflar, soytarılıklar, kıç sallama ve teneke yuvarlamalar... İşte biz tiyatroyu böyle biliyorduk.Ve bunun için....
-Bunun için siz gazete yazarları bu fikirleri tashih etmelisiniz.
-Sözle yazı ile değil mi?
Fakat azizim eğer gazetelerin ukalalıkları, nasihatları, tarif ve tasvirleri ile her iş olup bitseydi, yemin ederim ki dünyanın en ileri, en baş milleti şimdi biz idik, güzel güzel misaller getirmeye, tatlı şatafatlı, benzetmeler bulmaya, düzgün parlak söz söylemeye gelince, hiç özgünlüğünüz yoktur.
İster misiniz ki şimdi eğreti bilgiçliğin, uydurma azametiyle kaşlarımı çatarak, efendiler diye başlayayım, ve bu meseleyi bıçak gibi kesip atayım?
-Efendiler, tiyatro bizim bildiğimiz nesne değildir. Aktör ve aktrisler bizim tanıdığımız serseri heriflere, sürtük karılara asla benzemezler, Frenk illerinde okul gibi, mabet gibi, tiyatroda muhteremdir. Tiyatro binaları belediye dairelerinden daha muhteşem, belediyelerin tiyatro tesisatı bir çok hükümetlerin bütçesinden daha üstündür. Prensler, Krallar aktörlerin dostlukları ile iftihar ederler. Onları sofralarında sağlarına alırlar, resimlerini salonlarını göze çarpan yerlerine asarlar, kart vizitlerini albümlerinin ilk sahifelerine iliştirirler. Asrımızın en büyük şairini ' Ateş' lere yakan büyük ' Düze' yi, İtalyanlar 'Daninçiyo' mertebesinde görüyor ve prestij ediyorlar.Bütün cihanın muhabbetini, hürmet ve takdirini toplayıp Fransa ya götüren ölmez 'Sara Bernar' ın kahraman ' jandark' dan acaba farkı var mıdır?
İşte azizim şimdi bundan ne çıktı? karşımızdakini tatmin şöyle dursun, alakadar edebildik mi sanıyorsun?
-Peki, o halde ne yapmalı, nasıl etmeli de 'Tiyatro'nun, güldüren, eğlendiren, ağlatan, düşündüren, her yaşta ve her tabakadan insanlar için, çok kudretli bir okul olduğunu teslim ettirmeli?
Canlı misallerle.
, - Ne gibi.
- Darül Beda-i ve Milli Sahnenin temsilleri gibi...Şükranla görülüyor ki, masum halk, şeytan köylünün dediği benzer ayarlamalarla nasıl üstün edildiğini yavaş yavaş anlatıyor. Bu gün temsil aleyhinde en yaman fikri olan kimse o zatı kandırıp bu temsillerden birine getiriniz, bütün kuvvetimle sizi temin ederim ki tiyatronun çok yüksek, çok hayırlı amacını derhal anlayacak ve...şüphesiz sevecektir.
Bu metni arkadaşıma çeviri yaptırdığım kadarı ile tam metin olarak yazmaya çalıştım. Anlatılanlar bir dönem yeşil çam filmlerini yaşadığı dönemi de anımsatmadı değil. Yorum sizin.Giresun'un aydın insanı şairi Can Akengin'i saygı ile anıyorum.

-Giderdik, giderdik ama ' peçeli kadınlar', 'paki damenler', 'seksen günde devir alemler', gibi 'müthiş cani dramları' ve ' yeni yeni kantoları' görmek için değil.
-Ya.
- Halkı, bilhassa üçüncü mevkide kileri seyretmek amacıyla.-......Evet loca mızı daima onları görebilecek taraftan seçerdik. Sahne, parterden fışkıran, tavandan yanan ışık tufanı içinde canlanan peyzajı, can yakan aşiftesi ile göz alır, gönül avlarken bizi,-Selahaddin, Şükrü, ben yalnız üçüncü mevki ile alakadar olurduk.
Onların çoğunu köy bıçkınları teşkil ederdi. Ve tahta sedirlere öyle dik, öyle bir tuhaf dizilişleri...Birbirlerini dürten dirsekleri, eğilip fısıldaştıkları öyle acayip bir gizli işler vardı ki...bayılırdık. Dilberlerin çeşit çeşit boyaları, marifeti...Dolgunluğu, yığın yığın göğüs vatkaları ile arşın arşın baldır bantlarının malı olan sahne sürtüklerine dikilen dikilen o yağlı bakışların, keskinliği, aç gözlülüğü, hart hart ısırganlığı ne idi,
Yarabbi....Bütün tiyatro halkı efeliğin efesin den daha çok fettan rakının gıdıklayıp kuruttuğu ahlara, oflara, çılgın bir şehvet kasırgasına tutulmuş loca kaplamalarında kamçı şıklatır:
- Yaşa..
-İsterük...
- Bir daha, daha çok... nağmeleri ile avuç patlatırken...Bizin kahkahalarımız üçüncü mevkidekiler için çınlar, bizim ellerimiz yalnız onları cippanlardı(alkışlardı). Bu gün şimdi bu anda, araya bir çok yıllar girmesine rağmen, gözlerimi yummadan onları görebiliyorum ve sinsi zalim senelerin benden uzaklaştırdığı o saygısız, engin sevincim ile işte bakınız yine gülüyorum...Eğer sizde...
-Maksadı unutuyorsunuz.
-Bilakis, bilakis tam içindeyim... Eğer sizde asi gönlünüze uyarak başınızı alıp yad ellere savuşmasaydınız ve bu sebepsiz gurbet, kendinizi memlekete yadırgatacak kadar uzun sürmese idi, bizimle akranlarınızla yaşamış olsa idiniz derhal üçüncü mevki müşterilerini hatırlar ve böyle tıpkı bizim gibi kahkahalarla gülerdiniz. Hayal ediniz ki bir kere, basık locaların saçaklayıp gölgelediği o kuytu yer ki, kulak arkalarında uç verip filizlenen mavi çemberlerin dolandığı sivri fesliler le... Yardan ayrıldım fiskeli sivri ve simsiyah fesli vuslat müşterileri ile tıka pasa doludur.
İçlerinde imanım açık gel, tarzı bağlanmış, şöylece, binin yarısı beş yüz tarzında, gelişi güzel omuza atılmış sırma başlıkları da eksik değildir. Gözler büyümüş, devirmileşmiş adeta birer can kurtaran biçiminde karar kılmıştır. Renkler belki boşluğun yardımı ile çok kaçık, ağızlar şüphesiz hascak ( güzel) kızın tesiri ile haddinden ziyade açıktır...Birer büyük majiskül (büyük harfle yazılmış yazı) 'O' ya benzeyen bu ağızların arasında, ayrılıklarını çöp tenekesine atılmış limon kabukları gibi çarpık çurpuklarını da seçebilirsiniz. İçi boşalmış, kepezli ve koskocaman vapur midyalarını andıracak kadar post bıyıkları, yılışıkları da kahkahalarınıza caba dır. Vücutlar estantane resimler misali, yani hareket anında katılmış gibidir...
Yalnız bir tanesi vardır, her gece gelir ve dipteki yerini hiç değiştirmezdi. Gözlerini ' Şanı' da kıvrana büküle, kıvrıla döküle oynayan zorlu kıza bir hançer gibi saplayan ve daima, ağzını açan alt dudağını şiddetle ısıran bu ateşli, bu toy ve ter bıyıklı delikanlı çok ömür şeydi.. İnce, çevik kurumuş vücudunu kurumuş bir cıdık kadar tetikte tutar, ellerini şey, hani zıpkaların kaytan kenarlı minik cepleri yok mu? İşte oradan hiç çıkarmazdı. İkide bir derin iç çekişinden ve öfkeli öfkeli nefes alışından -ta locamızdan- çıkardığıma göre o çocuk enayi değildi. Polisler ne ise ne... Zaptiyelerle karşılaşmayacağından emin olsa o yapacağını biliyordu. Bütün ' Şu herifler' şu gürültülü çalımlı korkak yumuşak şehirliler, nihayet bir sürüden hüd demeden kaçışacak sürüden başka ne idiler...
- Güzel, çok güzel, fakat maksat? Azizim siz mevzu dağıtıyorsunuz.
-Bilakis dört ucunu şimdi kavradım ve artık bohçalıyacağım...Evet biz tiyatroyu işte bunları seyretmek için giderdik. Sahne ile hiç alış verişimiz yoktu. Zaten, yüzsüz, hoppa beylerden, Çapulalı kıvrak, yosma delikanlılardan, bilhassa o belalı '......' dan aman var mı idi... birazda biz ah oh çekelim, azıcıkta biz kaş göz edelim... Racon kesmek, afilli, edalı, bıyık burmak ve kinayeli kinayeli öksürmek sırası bir kerede bize gelsin? Ne gezer, ne gezer...
Kantolar biter, düetler tükenir, feci dramlar güm güm devrilen (Bedri) ler ile nihayete ererdi. Sonra hayasız ibiş maktullerin üzerinden atlayarak sırık hizmeti ile sulanmadan..Daha ' Muhterem temaşa giran efendilerimiz yarın akşamda böyle teşri buyururlarsa düğünümüzü yaparız' demesini beklemeden biz, Selahattin, Şükrü, ben kalkar kapıda beklerdik. Beklerdik ki üçüncü mevki müşteriler ile birlikte çıkalım..Onlar, çok kavi, çok ihtiraslı, ' ah' larla birbirine abanarak kol çıkıp, çimdik atarak, taş merdivenleri üçer dörder atlarken, bizde peşlerine takılırdık, o kadar ateşli arzular, öyle yürek yakan özlemler ve tuhaf tuhaf temsiller işitirdik ki, neşemize sermaye, kahkahalarımıza vesile olurdu.

- Görüyon mu şeytan şehirlileri? dedi. adına tiyatro takmışlar, memleketin şark göbeğinde kadıları, kaymakamları, zabitleri, zaptiyeleri ile çatır çatır kız oynatıyorlar. Hem de kaçını birden..Şeytan şehirliler biz bir Fadimeyi..
.Alt tarafını dinlemeye gerek var mı idi?
Onların Fadimecikleri gözlere diken oluyor, çok görülüyordu. İşin içinde kodese girmek, yaralanmak hatta ölmek bile vardı. İnsaf ile düşünecek olursa uzun kış günlerinin, gençlik ve cehaletin, işsizlik ve ıssızlığın zaruri bir neticesi olan bu ' Kız oynatma' adeti bizim ' Tiyatro' adını verdiğimiz rezalet ve şehvet kaynaklarının yanında öpüp de başa konacak bir şeydi. Onlar hiç olmazsa köylerinin ismetine, büyüklerin ağırbaşlılığına hürmet ediyorlar, tenha yerlere, kuytu sağır dere içlerine çekiliyorlardı. Orası cesaretle beraber saygı ve mertliğinde hüküm sürdüğü bucaklardı. Pullu yaşmaklı Fadime, kömür gözlü, beyaz pamuk Fadime, ' Hoppalak' elleri ile sigara dağıtır, kadeh dolaştırır, bağlamanın çok içli, çok hovarda nağmelerine uyarak....
Lazutlar salkım saçak
Alçak boylusun alçak
diye fincan şıkırtıları ile dönerken, hiç bir göz bir saniyeden fazla onun üzerinde tutunamazdı.
Halbuki biz.... Tiyatroyu bir cehennem yolu, bir ahlaksız pınar addeden babalarımız, bu görüşte çok haklı idiler.
-Bu görüş, ne yazık ki bugünde haklıyım iddiasında..
.-Elbette..Bize tiyatroyu nasıl tanıtmışlardı? Ve şimdiye kadar bu hususta ne yapıldı ki?
Bir iki kömürcü sokağı süprüntüsü ile bir kaç Galata mahsulü, kaldırım dolu laternacıların birleşerek masum, mübarek Anadolu muza gelip icrayı rezalet etmeleri, tiyatroya ahlakı umumiye ye açıktan açığa bir kast ve en büyük küfürdü. Bunlara göz yuman bu uygunsuzları himaye, hatta teşvik eden o zamanın idare adamlarına karşı içimde halen sönmeyen bir hınç var.
Fıdık çalıp göbek atmak, anıra, böğüre,' ilanı aşk' edip, bağıra böğüre cinayetler yapmak... Tavan arasında çift sürmeler, kömürlükte çamaşır değiştirmeler gibi adi, yavan tuhaflıklarla bir yığın cinaslı laflar, soytarılıklar, kıç sallama ve teneke yuvarlamalar... İşte biz tiyatroyu böyle biliyorduk.Ve bunun için....
-Bunun için siz gazete yazarları bu fikirleri tashih etmelisiniz.
-Sözle yazı ile değil mi?
Fakat azizim eğer gazetelerin ukalalıkları, nasihatları, tarif ve tasvirleri ile her iş olup bitseydi, yemin ederim ki dünyanın en ileri, en baş milleti şimdi biz idik, güzel güzel misaller getirmeye, tatlı şatafatlı, benzetmeler bulmaya, düzgün parlak söz söylemeye gelince, hiç özgünlüğünüz yoktur.
İster misiniz ki şimdi eğreti bilgiçliğin, uydurma azametiyle kaşlarımı çatarak, efendiler diye başlayayım, ve bu meseleyi bıçak gibi kesip atayım?
-Efendiler, tiyatro bizim bildiğimiz nesne değildir. Aktör ve aktrisler bizim tanıdığımız serseri heriflere, sürtük karılara asla benzemezler, Frenk illerinde okul gibi, mabet gibi, tiyatroda muhteremdir. Tiyatro binaları belediye dairelerinden daha muhteşem, belediyelerin tiyatro tesisatı bir çok hükümetlerin bütçesinden daha üstündür. Prensler, Krallar aktörlerin dostlukları ile iftihar ederler. Onları sofralarında sağlarına alırlar, resimlerini salonlarını göze çarpan yerlerine asarlar, kart vizitlerini albümlerinin ilk sahifelerine iliştirirler. Asrımızın en büyük şairini ' Ateş' lere yakan büyük ' Düze' yi, İtalyanlar 'Daninçiyo' mertebesinde görüyor ve prestij ediyorlar.Bütün cihanın muhabbetini, hürmet ve takdirini toplayıp Fransa ya götüren ölmez 'Sara Bernar' ın kahraman ' jandark' dan acaba farkı var mıdır?
İşte azizim şimdi bundan ne çıktı? karşımızdakini tatmin şöyle dursun, alakadar edebildik mi sanıyorsun?
-Peki, o halde ne yapmalı, nasıl etmeli de 'Tiyatro'nun, güldüren, eğlendiren, ağlatan, düşündüren, her yaşta ve her tabakadan insanlar için, çok kudretli bir okul olduğunu teslim ettirmeli?
Canlı misallerle.
, - Ne gibi.
- Darül Beda-i ve Milli Sahnenin temsilleri gibi...Şükranla görülüyor ki, masum halk, şeytan köylünün dediği benzer ayarlamalarla nasıl üstün edildiğini yavaş yavaş anlatıyor. Bu gün temsil aleyhinde en yaman fikri olan kimse o zatı kandırıp bu temsillerden birine getiriniz, bütün kuvvetimle sizi temin ederim ki tiyatronun çok yüksek, çok hayırlı amacını derhal anlayacak ve...şüphesiz sevecektir.
Bu metni arkadaşıma çeviri yaptırdığım kadarı ile tam metin olarak yazmaya çalıştım. Anlatılanlar bir dönem yeşil çam filmlerini yaşadığı dönemi de anımsatmadı değil. Yorum sizin.Giresun'un aydın insanı şairi Can Akengin'i saygı ile anıyorum.
28 Ocak 2016 Perşembe
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile bir pazar 2
Bugün, siz bana konuşmasını çok sevdiğim bir konu verdiniz. Fakat...
Hasan Ali gülerek Faik Reşit'in yüzüne baktı:
-Fakat, burada oturan arkadaşım getirdiği işleri ne zaman göstereceğim diye gözümün içine bakıyor. Baktım, üstat nezaketle beni sükuta davet etmektedir. Atik davrandım ilk ilk sorumda unuttuğum bir noktayı hatırlattım:
- Hocam, dedim. ( Hasan Ali Yücel gerçekten vefadan hocamdır) sorumdaki tarih bahsini unuttunuz, hatırlatmama müsaade eder misiniz?
Dalgın dalgın yüzüme baktı, koltuktan kalktı, pencereden sokağı süzdü ve geldi tekrar yerine oturdu. - Bir çok alimlerin iddalarına rağmen, dedi, sırf ferdi değil, fakat kütle bakımından subjektif olmaktan kurtulmuş tarih tanımıyorum. Hangi tarihçi ve hangi tarih kitabı tam objektiftir, göstersinler, Michelet, büyük Fransız dönümünü tarihe geçirmek için ona ilgisiz bir bir ruhla mı çalıştı? Treitschke, Alman şuurunun ışığı ile içini aydınlatamamış olsaydı, o müthiş çalışmaya tahammül edebilir miydi? Derhal söyleyeyim ki, tarih tam objektif olamıyor derken, onu asla bir indiyat (gerçeğe uygun olmayan) mecmuası zannetmiyorum. Aramak için, aranılana gönülden bağlanmalıyız demek istiyorum. Atatürk tarih inkılabı, bunu kıymetli bir remzini taşımaktadır. Şüphe yok ki başlangıçtayız. Fakat milli tarihimizin mebteini Malazgirt muharebesine kadar indirmek delaletin de bulunurlar ise, sondan çok daha uzaktadırlar.
Biz, tarihi bir medeniyet akışının seyri halinde görüyoruz. Şu halde, Türk tarihi, kendisi ile her zaman medeniyetler doğuşunun bir devamlılığını ifade eder. Ne kadar gerilere gidebilirsek bu görüşü o kadar iyi yapmış oluruz. Tarihten önceki zamanlar sözü bir fantezi değil, bir gerçektir. Bir İngiliz yazarının dediği gibi, beşer hayatı, bir dehlize benzetilecek olursa dün elinde çıra bulunan insanın gördüğü saha ile bugün büyük bir projektörle önünü aydınlatanın görme sahası arasındaki fark, söylemek istediğimiz şeyi çok iyi anlatır.
Faik Raşit dışarı çıkmıştı. Değerli Maarif Vekilimiz dalgınca idi, ben yeni sorumu yapıştırdım:
-Üniversite görüşünüz?
-Biliyorsunuz İstanbul da ve Ankara da iki üniversitemiz var. Ankara da Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri kurulma devresindedir. Tıp Fakültesine başlanıyor. Bunlar bir araya geldiği zaman memleketin baş şehrinde, diğer kısımları da tamamlanarak büyük bir ilim merkezi kurulacaktır. Bu Cumhuriyet Hükümeti için esaslı kültür davalarından biridir ve mutlaka yapılacaktır.
İstanbul Üniversitesi altı yıldan beri bir oluş ve sınav devresi geçirmektedir. Kendisine yapılmış olan itina ve ihtimama cevap vermek yolunda bu müessesemizin yaptığı ve artırmaya kendini mecbur hissettiği gayret, gözden kaçmayacak kadar mühimdir. Üniversitemizin bir kaç fonksiyonu vardır: Memleketin muhtelif sahalarda muhtaç olduğu münevver, çalışıcı ve yapıcı unsurlarını yetiştirmek. Memleketi ilim gözü ile bütün realitelerin de etüt etmek ve tanımak. Nihayet enternasyonal ilim kurumları ile münasebete girecek kıvama gelip bilgi alış verişi yapmak ve Türk alemine cihan ilmi sahasında yer aldırtmak. Böylece Türk ilmi yalnız Türk milleti için değil bütün insanlık için faydalı, milli olduğu kadar ( humaine) bir hale gelecektir.
-Yayın kongresinde ne netice aldınız?
-Sizde gördünüz kongre, memlekette büyük bir ilgi uyandırdı. Bunu sebebi, azasının Ankara ve İstanbul'a inhisar etmeyip memleketin her tarafından gelmiş olmasıdır. Böyle olduğu gibi, henüz yirmi, yirmi beş yaşında bulunanlardan yetmişini geçmiş olanlara kadar, bu işin mevzu ile ilgili her kıymetin kongrede yer alması da önemlidir. Onun için her türlü düşünceler ve istekler serbestçe ortaya atılmış ve tanzim edilen raporlar, bu türlü görüşleri aksettirmiştir. Maarif Vekili olarak kongreden kıymetli direktifler almış bulunuyorum. Bunların ne suretle gerçekleşeceği işi, ayrıca bir devlet meselesi olarak yeni tetkiklere muhtaçtır. Bunları birer birer fasıllaştırma yolundayız. Matbuatımız mensuplarının, her hususta olduğu gibi beni bu defa da teşvik ve takviye ettiklerini memnuniyetle ve şükranla ifade ederim.
-Halkımızın okuması için yeni kararlar aldınız mı?
-Türk milletini yüzde yüz okur yazar yapmak her inkılapçı gibi benimde emelimdir. Klasik metotlar dışında, nüfusumuzun yurdumuza dağılış tarzını, iş ve hayat şeklini göz önünde tutarak yeni planlar yapmak direktifini bir vazife olarak büyük Şefimiz den almış bulunuyorum. İhtiyaçlarımızı, vasıtalarımızı ve her türlü imkanları hesaplamak sureti ile pratik hal tarzına erebileceğimizi kuvvetle ümit etmekteyim.
Faik Reşit hala gelmemişti.
- Müzeler ve kütüphaneler için bir düşünceniz var mıdır?
-Müzelerimiz bu mevzuda, dünyanın en zengin müesseselerin dendir. Uzun zamanlar, bir uzmanlık görüşü edilmeyen müzecilik, Cumhuriyet devrinde kanunla tespit edilmiş önemli bir ilim müessesesi olmuştur. Son günlere kadar, bir ambar eşyası gibi tıklım tıklım doldurulmuş ve soruşturmacıların gözlerinden uzak ve mahpus kalmış kıymetli eşyamız, yeni açılan salonlarda dış alemin havasını almak saadetine erişmiş bulunuyor. Müzelerimiz, umumiyetle bilgili bir gelişim halindedir. İlim ve üniversite öğretimimizi müzelerle ilgili kısımda faaliyete geçirmek için tedbirler almaktayız. Bu yöne, şahsen büyük bir önem atfetmekteyim. Kütüphanelere gelince: Bu hususta önemli bir teşebbüsümüz var. Bütün Türkiye'deki resmi kütüphanelerde ne kadar kitap varsa, hepsinin listeleri yapılacak ve bunlar birleştirilip bir ciltlenmiş kitap halinde, her ilim şubesindeki insanın yazar ve kitap ismi ile arzu ettiği eseri, arayıp bulması temin olacaktır. Elde yarım ve noksan ve elli yıl önce yapılmış fihristler varsa da bunlardan arzu edilen istifade temin edilememektedir. Aldığımız tertibat, zannediyorum, bir yılda yeni ve mükemmelini meydana koymak imkanını verecektir.
Bundan başka tasnif heyetimizin senelerden beri çalışarak vücuda getirdiği fişleri bir araya toplayarak önce İstanbul kütüphanelerinin mukayeseli yazma katalogları basıla bilecektir. Bunun tarihe ait olanları, aldığımız tedbirlere göre, altı ay kadar sonra bitmiş olacaktır. İtinamız o mertebededir ki, bu yazma katalogları Bibliotheque nationale ve British Muzeum'un katalogları kadar mükemmel olacaktır. Maarif Vekilimiz büyük bir sır veriyormuş gibi hafif bir sesle devam etti:
-İlk fırsatta da Ankara da büyük ve umumi bir kütüphane yapılması, maarif programını esaslı maddelerinden birini teşkil etmektedir.
İşte size genç Maarif Vekilimizin hiç yorulmadan, elindeki bir mektuptan parçalar okurmuş gibi bir hamlede söylediği sözler. Onlarda, yapıcı bir inkılap çocuğunun istikbale ne kadar önemle baktığını ve istikbal için ne kadar imanlı olduğunu görmek mümkündür. Ne yaptığını, ne yapacağını bilmek kadar, insana gurur ve emniyet verici ne kadar vardır dünyada...
Maarif Vekilimizin kırışık bile bulunmayan yüzüne bir daha dikkatle bakıyorum. O, cebinden çıkardığı bir deftere gür ve yukarı kalkık kaşlarının altındaki azimle parlayan gözlerini dikmiş, ihtimal, biraz sonra yapacağı işi tasarlıyor. Hademesiz, uşaksız, teşrifatcısız koridordan geçiyor, bahçeye iniyorum. Ne yolumu kesen, ne ahret sorusu soran var. İki katlı evin bir dairesini işkal etmiş bulunan Maarif Vekilimizin yanından ayrılırken halk hakimiyetinin zaferi karşısında, milletime, büyüklerime ve kendime bir daha inanıyorum.
Ve bu sohbetten kısa bir süre sonra Köy Enstitüleri kuruluyor. Sonrasını anlatmam gerek yok sanırım, sonradan gelişecek olaylar yazılmış çizilmiştir hepimizin bildiği gibi...Büyük umutlar besleyen ve eğitim sistemini ilk şekillendiren bu güzel insanı saygı ile anıyorum.
Hasan Ali gülerek Faik Reşit'in yüzüne baktı:
-Fakat, burada oturan arkadaşım getirdiği işleri ne zaman göstereceğim diye gözümün içine bakıyor. Baktım, üstat nezaketle beni sükuta davet etmektedir. Atik davrandım ilk ilk sorumda unuttuğum bir noktayı hatırlattım:
- Hocam, dedim. ( Hasan Ali Yücel gerçekten vefadan hocamdır) sorumdaki tarih bahsini unuttunuz, hatırlatmama müsaade eder misiniz?
Dalgın dalgın yüzüme baktı, koltuktan kalktı, pencereden sokağı süzdü ve geldi tekrar yerine oturdu. - Bir çok alimlerin iddalarına rağmen, dedi, sırf ferdi değil, fakat kütle bakımından subjektif olmaktan kurtulmuş tarih tanımıyorum. Hangi tarihçi ve hangi tarih kitabı tam objektiftir, göstersinler, Michelet, büyük Fransız dönümünü tarihe geçirmek için ona ilgisiz bir bir ruhla mı çalıştı? Treitschke, Alman şuurunun ışığı ile içini aydınlatamamış olsaydı, o müthiş çalışmaya tahammül edebilir miydi? Derhal söyleyeyim ki, tarih tam objektif olamıyor derken, onu asla bir indiyat (gerçeğe uygun olmayan) mecmuası zannetmiyorum. Aramak için, aranılana gönülden bağlanmalıyız demek istiyorum. Atatürk tarih inkılabı, bunu kıymetli bir remzini taşımaktadır. Şüphe yok ki başlangıçtayız. Fakat milli tarihimizin mebteini Malazgirt muharebesine kadar indirmek delaletin de bulunurlar ise, sondan çok daha uzaktadırlar.

Faik Raşit dışarı çıkmıştı. Değerli Maarif Vekilimiz dalgınca idi, ben yeni sorumu yapıştırdım:
-Üniversite görüşünüz?
-Biliyorsunuz İstanbul da ve Ankara da iki üniversitemiz var. Ankara da Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri kurulma devresindedir. Tıp Fakültesine başlanıyor. Bunlar bir araya geldiği zaman memleketin baş şehrinde, diğer kısımları da tamamlanarak büyük bir ilim merkezi kurulacaktır. Bu Cumhuriyet Hükümeti için esaslı kültür davalarından biridir ve mutlaka yapılacaktır.
İstanbul Üniversitesi altı yıldan beri bir oluş ve sınav devresi geçirmektedir. Kendisine yapılmış olan itina ve ihtimama cevap vermek yolunda bu müessesemizin yaptığı ve artırmaya kendini mecbur hissettiği gayret, gözden kaçmayacak kadar mühimdir. Üniversitemizin bir kaç fonksiyonu vardır: Memleketin muhtelif sahalarda muhtaç olduğu münevver, çalışıcı ve yapıcı unsurlarını yetiştirmek. Memleketi ilim gözü ile bütün realitelerin de etüt etmek ve tanımak. Nihayet enternasyonal ilim kurumları ile münasebete girecek kıvama gelip bilgi alış verişi yapmak ve Türk alemine cihan ilmi sahasında yer aldırtmak. Böylece Türk ilmi yalnız Türk milleti için değil bütün insanlık için faydalı, milli olduğu kadar ( humaine) bir hale gelecektir.
-Yayın kongresinde ne netice aldınız?
-Sizde gördünüz kongre, memlekette büyük bir ilgi uyandırdı. Bunu sebebi, azasının Ankara ve İstanbul'a inhisar etmeyip memleketin her tarafından gelmiş olmasıdır. Böyle olduğu gibi, henüz yirmi, yirmi beş yaşında bulunanlardan yetmişini geçmiş olanlara kadar, bu işin mevzu ile ilgili her kıymetin kongrede yer alması da önemlidir. Onun için her türlü düşünceler ve istekler serbestçe ortaya atılmış ve tanzim edilen raporlar, bu türlü görüşleri aksettirmiştir. Maarif Vekili olarak kongreden kıymetli direktifler almış bulunuyorum. Bunların ne suretle gerçekleşeceği işi, ayrıca bir devlet meselesi olarak yeni tetkiklere muhtaçtır. Bunları birer birer fasıllaştırma yolundayız. Matbuatımız mensuplarının, her hususta olduğu gibi beni bu defa da teşvik ve takviye ettiklerini memnuniyetle ve şükranla ifade ederim.
-Halkımızın okuması için yeni kararlar aldınız mı?
-Türk milletini yüzde yüz okur yazar yapmak her inkılapçı gibi benimde emelimdir. Klasik metotlar dışında, nüfusumuzun yurdumuza dağılış tarzını, iş ve hayat şeklini göz önünde tutarak yeni planlar yapmak direktifini bir vazife olarak büyük Şefimiz den almış bulunuyorum. İhtiyaçlarımızı, vasıtalarımızı ve her türlü imkanları hesaplamak sureti ile pratik hal tarzına erebileceğimizi kuvvetle ümit etmekteyim.
Faik Reşit hala gelmemişti.

-Müzelerimiz bu mevzuda, dünyanın en zengin müesseselerin dendir. Uzun zamanlar, bir uzmanlık görüşü edilmeyen müzecilik, Cumhuriyet devrinde kanunla tespit edilmiş önemli bir ilim müessesesi olmuştur. Son günlere kadar, bir ambar eşyası gibi tıklım tıklım doldurulmuş ve soruşturmacıların gözlerinden uzak ve mahpus kalmış kıymetli eşyamız, yeni açılan salonlarda dış alemin havasını almak saadetine erişmiş bulunuyor. Müzelerimiz, umumiyetle bilgili bir gelişim halindedir. İlim ve üniversite öğretimimizi müzelerle ilgili kısımda faaliyete geçirmek için tedbirler almaktayız. Bu yöne, şahsen büyük bir önem atfetmekteyim. Kütüphanelere gelince: Bu hususta önemli bir teşebbüsümüz var. Bütün Türkiye'deki resmi kütüphanelerde ne kadar kitap varsa, hepsinin listeleri yapılacak ve bunlar birleştirilip bir ciltlenmiş kitap halinde, her ilim şubesindeki insanın yazar ve kitap ismi ile arzu ettiği eseri, arayıp bulması temin olacaktır. Elde yarım ve noksan ve elli yıl önce yapılmış fihristler varsa da bunlardan arzu edilen istifade temin edilememektedir. Aldığımız tertibat, zannediyorum, bir yılda yeni ve mükemmelini meydana koymak imkanını verecektir.
Bundan başka tasnif heyetimizin senelerden beri çalışarak vücuda getirdiği fişleri bir araya toplayarak önce İstanbul kütüphanelerinin mukayeseli yazma katalogları basıla bilecektir. Bunun tarihe ait olanları, aldığımız tedbirlere göre, altı ay kadar sonra bitmiş olacaktır. İtinamız o mertebededir ki, bu yazma katalogları Bibliotheque nationale ve British Muzeum'un katalogları kadar mükemmel olacaktır. Maarif Vekilimiz büyük bir sır veriyormuş gibi hafif bir sesle devam etti:
-İlk fırsatta da Ankara da büyük ve umumi bir kütüphane yapılması, maarif programını esaslı maddelerinden birini teşkil etmektedir.
İşte size genç Maarif Vekilimizin hiç yorulmadan, elindeki bir mektuptan parçalar okurmuş gibi bir hamlede söylediği sözler. Onlarda, yapıcı bir inkılap çocuğunun istikbale ne kadar önemle baktığını ve istikbal için ne kadar imanlı olduğunu görmek mümkündür. Ne yaptığını, ne yapacağını bilmek kadar, insana gurur ve emniyet verici ne kadar vardır dünyada...
Maarif Vekilimizin kırışık bile bulunmayan yüzüne bir daha dikkatle bakıyorum. O, cebinden çıkardığı bir deftere gür ve yukarı kalkık kaşlarının altındaki azimle parlayan gözlerini dikmiş, ihtimal, biraz sonra yapacağı işi tasarlıyor. Hademesiz, uşaksız, teşrifatcısız koridordan geçiyor, bahçeye iniyorum. Ne yolumu kesen, ne ahret sorusu soran var. İki katlı evin bir dairesini işkal etmiş bulunan Maarif Vekilimizin yanından ayrılırken halk hakimiyetinin zaferi karşısında, milletime, büyüklerime ve kendime bir daha inanıyorum.
Ve bu sohbetten kısa bir süre sonra Köy Enstitüleri kuruluyor. Sonrasını anlatmam gerek yok sanırım, sonradan gelişecek olaylar yazılmış çizilmiştir hepimizin bildiği gibi...Büyük umutlar besleyen ve eğitim sistemini ilk şekillendiren bu güzel insanı saygı ile anıyorum.
27 Ocak 2016 Çarşamba
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile bir pazar
Birazda eğitim konusunda paylaşım yapayım dedim. Bilindiği üzere Türkiye'de eğitim denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hasan Ali Yücel'i bilmeyenimiz yoktur. Çok Milli Eğitim Müdürleri gelmiş geçmiştir ama genelde birde hafızalara kazınanlar vardır. Bunlardan en önemli isimlerden biri Hasan Ali Yücel ile 1939 da yine Yedi Gün dergisinde Ertuğrul Şevket'in bir pazar günü yaptığı özel bir röportajı sizinle paylaşmak istedim. umarım beğenirsiniz.
Halk çocuğu, öğretmen, düşünür, mebus ve nihayet maarif vekili Hasan Ali Yücel'in yeni taşındığı apartmanı arıyoruz. Foto muhabirimiz Osman, yoldan geçen bir polisi çevirdi:
Maarif vekilinin evi neresidir?
Polis cebinden bir defter çıkardı, (Hasan) ismini aradı:
Bulamadı, (Ali) ye baktı , yok. Soy adını sordu, sayfaları çevirdi,( Maarif) te aradı ve nihayet: Herhalde bu taraflarda oturmuyor veya yeni taşındı, dedi ve işin içinden sıyrıldı.
İki katlı bir evin önünde duran 15 numaralı özel bir otomobilin şoförü, fotoğrafçımıza sesleniyor:
-Nerelerdesiniz, yahu.
-Maarif Vekilinin evini biliyor musun?
-İşte burası ben onun şoförüyüm.
Kısmetinde olanın kaşığında çıkar, derler. Biz de evin bahçesinden içeri daldık. Kareli bir basma elbise giymiş, on bir yaşlarında bir kız çocuğu bizi karşıladı:
Kimi istediniz?
-Maarif Vekilini.
-Kim diyeyim?
Tavırlarında, konuşmasında o kadar insanlık var ki, çocuğun iyi bir aile muhitinde yetişmiş olduğu derhal anlaşılıyor. Tam öğretmen Hasan Ali Yücel'e layık bir çocuk.
- Yedi gün muharriri gelmiş dersiniz.
Bir kaç saniye sonra o, ideal yavru tekrar yanımıza geldi.
- Buyurunuz.
Merdivenleri çıkarken kulağımıza parça parça sesler geliyor.
- Telif hakkı.
- Fotoğraf dağıtım vasıtalarından biridir.
-Kopyalara karşı tedbir alınmalıdır.
Geniş bir odadan içeri giriyoruz. Yerde üç parça halı. Dik duvara, birbiri üstüne dayanmış on bir on iki tablo. En üstündeki güzel bir Anadolu peyzajı dır. Kapıya yakın, diğer bir duvar dibine birkaç yüz kitap birbiri üstüne istif edilmiş. Evin dahili manzarası, yangından yangından çıkılmış hissini vermektedir. Belli ki, yeni eve henüz yerleşilememiş. Sayın Maarif Vekili bir koltukta oturuyor. Karşısında İstanbul'un meşhur fotoğrafçılarından biri. Fotoğraf yankesiciliği hakkında dert yanmakta. Maarif Vekaleti yayın direktörü Faik Reşit ikisi arasındaki konuşmayı ilgi ile dinliyor. Biz de bir kenara iliştik.
Üstadın büyük bir tevazu ile uzattığı sigarayı alıyor ve ilk sorumu soruyorum:
Dil, tarih ve edebiyat hakkındaki görüşleriniz?
Genç maarif Vekilimiz aşina bir dosta rast gelmiş gibi gülümsüyor. Halinde 'sende mi beylik sorusu sormak tasın' diyen bir mana var. Ben, tekrar atılıyorum:
Siz bu fikirlerinizi vekil oluncaya kadar muhtelif vesilelerle söylemiş iseniz de, bugünkü koşulunuz başkadır. Umumi kültürümüzün en mesul mevkinde bulunuyorsunuz. Maarif Vekilimiz, sigarasından kocaman bir nefes aldı, gözlerini sıcaktan adeta buğulanmış gibi duran cama dikti ve:
- Bizde dil şuuru, çok kereler bulanık olmak üzere, milli vicdanın üstüne doğar gibi olmuş, fakat tam ışığını ancak son altı, yedi sene içinde teksif edebilmiştir, dedi. İlk bakışta, yüzde yüz inkılapçı ve bunun için çok ileri gitmiş ve mubalağacı göründüğü halde, esas itibarı ile doğru görüş, bizim devrimizde elde edilebilmiştir. Dava şudur:
Başka kültürlere tabi olmak istemeyen bir milletin, başka dillere tabi olmayan bir dili bulunmalıdır. Bir an sustu, parlak gözlerinde gölgeler göründü, sanki bu gözlerde bir tarih sayfasının yaprakları çevriliyordu:
- Ziya Gökalp merhumun, dedi, hemen hemen her esası anlatır zannını veren, dilin millileşmesindeki düsturu ' başka dillerden kelime alınabilir, kaide alınamaz' şeklinde idi. Fakat bizzat Ziya Bey, öyle kelimeler almıştı ki:
Bunların içinde, başka dillerin katmerli kaideleri vardır. Pes-zinde, peder-şahi, ve daha başkaları davasını tekzip eden örneklerdir. Hele istilah meselesinde Ziya bey. bir İslam enternasyonalizmi kabul ediyordu ki, bu tamamı ile yanlış ve verimsiz bir hayaldi. Dil değişmelerinde başka milletlerin dil tarihine baktığımız zaman, terim meselesinin ön safta geldiğini görüyoruz. Dil bel kemiğini terimlerin kendi kökünden gelmesi ile buluyor ve ilk medeni temaslarda o devrin, ilim ve hayatça üstün milletlerinden, başlangıçta aynen alıntılarda bulunuyor, sonra kendi bünyesine göre onları benimsiyor.
Arap dili, Yunancadan böyle bir alım satım yapmıştır. Emeviler devrinde ilk tercümelerde (riyaziyat) kelimesini değil (matematika), (mantık) kelimesini değil (logika) yı bulursunuz. Nitekim bizde de, üçüncü Selim zamanında Nizamı-cedit kurulurken ( alay-tabur) değil, (escadron, bataillan, aide de camp, etatmajor) tabirlerine rastlarız. Bu bir nevi kekeleme devridir ki, biz onu çoktan geçirdik. Enternasyonal bir benlik almamış kelimelerin, terim olarak karşılığını Türkçe de buluyoruz, çocuklarımıza veriyoruz. Ve onlar, birçoklarımızın zannı aksine, gayet güzel öğreniyorlar. Vekil olduktan sonra sık sık dolaştığım ilk ve orta okullarda çocuklara hissettirmeksizin yaptığım anketler bana bu izlenimleri verdi. İlk okulun, son veya bir önceki sınıfındaki bir Türk çocuğu için eski geometri, murabba (şiir türü), muhammes(nazım şekli), züerbaatüladia, hiç bir çağrışım imkanı vermediği için hazmedilememiş demir bilyeler gibi onun dimağında kalıyor. Halbuki: ( birle, dörtle, beşle, çokla) yapılmış terimleri, esasen bunları bildiği için kolayca kavrıyor ve anlıyor. Terimler, bu şekilde en küçük kademesinden en yüksek derecesine kadar, bugün dünya ilim ve medeniyetinin mümessili olan milletlerin fikir seviyesini göz önünden uzaklaştırmamak şartı ile tertiplendiği zaman, her türlü düşünceyi söyler, ileri ve medeni bir Türk dili oluşuna başlamış bulunacaktır.
Dilimizi kısır bellemek, bu görüşün altında, fikirce geri olduğumuzu kabul etmektir kanaatindeyim. Düşüncelerini ifade edemediği için kalemini kıranlar, bence sağlam kalem seçmesini bilmeyenlerdir. Her şeyi yazabiliriz, yeter ki yazılacak şeyimiz olsun.
Cilt cilt kitapların yazarı bulunan Hasan Ali Yücel, koltuğa yaslandı, bir kaç saniye sustu, hafifçe güldü:
Edebiyat meselesine gelince, dedi. Bu, tıpkı bugünkü Ankara havasına benziyor: Alçakta bulutlar var, fakat bir türlü yağıp bizi sıkıntıdan kurtarmıyor. Bugün yağmadı, yarında yağmayacak demek değildir. Ben, edebiyatımıza fazla kara çaldığımız düşüncesindeyim. Son yıllarda oldukça zengin bir edebiyat doğmaktadır. En tuhaf ve aykırı mizaçtaki şairlerimizden, hala eski kıta şekillerinin çerçevesinden çıkamayanlara kadar duyan, söyleyen, kızan, bağıran şairlerimiz var. On yaşından yetmişine kadar, sanatın gönüllü ve karşılıksız yapılan büyüklüğünü ve çocukluğunu her fidan tazeliği ile muhafaza edenlerin var olduğu bir memlekette, şiir nasıl yok olur? Hala okuma yazma bilmeyip de düşünme gücünden şiir söyleyen insanları, en tenha köşelerinde yetiştirmiş bir memlekette (şiire) yok diyebilir miyiz?Kadını, erkeği coşunca vezinli, kafiyeli konuşan bir millet olduğumuzu unutmayalım.
Beş altı kurstan geçtikten sonra, bu dediğim milli istidat ile kusursuz ve pek güzel şiirler yazan eğitmenlere rastladım. Ben, buna hayret etmedim, çünkü, milletimin, her vadide olduğu gibi bunda da zengin bir yapabilme hazinesine sahip olduğuna inanırım. Masanın üzerinde duran bir kitabı eline aldı. Dikkatle baktı. Sonra:
-Nesir, dedi. İtiraf edelim ki, bu yeni yeni kıvamını bulmaktadır. Dallı budaklı ve etraflı bir düşünceyi apaçık surette kağıt üzerinde tabiye edebilmek kolay bir iş değildir. Geçen gün Akşam gazetesinde Halide Edip'in on altıncı asır Fransız klasiklerini tercüme edelim teklifini ihtiva eden bir makalesini okuduğum zaman, kendimi, bu fikirlerimi lütfedip yazması için muharrir'den ricada bulunmuş zannettim. Rasyonel, hesaplı bir nesir mimarisine çok ihtiyacımız var. Taine'in, Balzac'ın bir kütüphane tutan eserlerinin bolluğundan bahsederken ( karakterler) sahibinin bunları görse ( nasıl olmuşta bu kadar sözü bulabilmiş) diye şaşacağını söylüyor. Çünkü, hayrete düşürecek olan klasik ruh, ölçülü, hesaplı, fazla itinalı ve onun için çok zamanda az, lakin kusursuz eser vermeyi ister.
Biz böyle bir devre geçirmeye muhtacız. Zaten romanda, bu itinasızlık dan dolayı arzu ettiğimiz kemale gelmiyor. Ya, iç araştırmalarda aceleciyiz, sırf şekilde duruyoruz yahut teknik ve plastik tarafta acele edip tam arşitektural bir eser veremiyoruz.
Yakup'un ( sürgün) ünde derinliğe dalan okuyucu gözü, belki kenarlarında sathındaki az itinayı affediyor. Yahut ( Yezidin kızı) ndaki plastik güzellik, romanın ruh tahlili bakımından sığlığını ölçmeye zaman bırakmıyor. Esasen bunu için değil midir ki (mavi ve siyah) larımız. ( Le rouge et le noir) olmadılar.
Devam edecek.
Halk çocuğu, öğretmen, düşünür, mebus ve nihayet maarif vekili Hasan Ali Yücel'in yeni taşındığı apartmanı arıyoruz. Foto muhabirimiz Osman, yoldan geçen bir polisi çevirdi:
Maarif vekilinin evi neresidir?
Polis cebinden bir defter çıkardı, (Hasan) ismini aradı:
Bulamadı, (Ali) ye baktı , yok. Soy adını sordu, sayfaları çevirdi,( Maarif) te aradı ve nihayet: Herhalde bu taraflarda oturmuyor veya yeni taşındı, dedi ve işin içinden sıyrıldı.
İki katlı bir evin önünde duran 15 numaralı özel bir otomobilin şoförü, fotoğrafçımıza sesleniyor:
-Nerelerdesiniz, yahu.
-Maarif Vekilinin evini biliyor musun?
-İşte burası ben onun şoförüyüm.
Kısmetinde olanın kaşığında çıkar, derler. Biz de evin bahçesinden içeri daldık. Kareli bir basma elbise giymiş, on bir yaşlarında bir kız çocuğu bizi karşıladı:
Kimi istediniz?
-Maarif Vekilini.
-Kim diyeyim?
Tavırlarında, konuşmasında o kadar insanlık var ki, çocuğun iyi bir aile muhitinde yetişmiş olduğu derhal anlaşılıyor. Tam öğretmen Hasan Ali Yücel'e layık bir çocuk.
- Yedi gün muharriri gelmiş dersiniz.
Bir kaç saniye sonra o, ideal yavru tekrar yanımıza geldi.
- Buyurunuz.
Merdivenleri çıkarken kulağımıza parça parça sesler geliyor.
- Telif hakkı.
- Fotoğraf dağıtım vasıtalarından biridir.
-Kopyalara karşı tedbir alınmalıdır.
Geniş bir odadan içeri giriyoruz. Yerde üç parça halı. Dik duvara, birbiri üstüne dayanmış on bir on iki tablo. En üstündeki güzel bir Anadolu peyzajı dır. Kapıya yakın, diğer bir duvar dibine birkaç yüz kitap birbiri üstüne istif edilmiş. Evin dahili manzarası, yangından yangından çıkılmış hissini vermektedir. Belli ki, yeni eve henüz yerleşilememiş. Sayın Maarif Vekili bir koltukta oturuyor. Karşısında İstanbul'un meşhur fotoğrafçılarından biri. Fotoğraf yankesiciliği hakkında dert yanmakta. Maarif Vekaleti yayın direktörü Faik Reşit ikisi arasındaki konuşmayı ilgi ile dinliyor. Biz de bir kenara iliştik.
Üstadın büyük bir tevazu ile uzattığı sigarayı alıyor ve ilk sorumu soruyorum:
Dil, tarih ve edebiyat hakkındaki görüşleriniz?
Genç maarif Vekilimiz aşina bir dosta rast gelmiş gibi gülümsüyor. Halinde 'sende mi beylik sorusu sormak tasın' diyen bir mana var. Ben, tekrar atılıyorum:
Siz bu fikirlerinizi vekil oluncaya kadar muhtelif vesilelerle söylemiş iseniz de, bugünkü koşulunuz başkadır. Umumi kültürümüzün en mesul mevkinde bulunuyorsunuz. Maarif Vekilimiz, sigarasından kocaman bir nefes aldı, gözlerini sıcaktan adeta buğulanmış gibi duran cama dikti ve:
- Bizde dil şuuru, çok kereler bulanık olmak üzere, milli vicdanın üstüne doğar gibi olmuş, fakat tam ışığını ancak son altı, yedi sene içinde teksif edebilmiştir, dedi. İlk bakışta, yüzde yüz inkılapçı ve bunun için çok ileri gitmiş ve mubalağacı göründüğü halde, esas itibarı ile doğru görüş, bizim devrimizde elde edilebilmiştir. Dava şudur:
Başka kültürlere tabi olmak istemeyen bir milletin, başka dillere tabi olmayan bir dili bulunmalıdır. Bir an sustu, parlak gözlerinde gölgeler göründü, sanki bu gözlerde bir tarih sayfasının yaprakları çevriliyordu:
- Ziya Gökalp merhumun, dedi, hemen hemen her esası anlatır zannını veren, dilin millileşmesindeki düsturu ' başka dillerden kelime alınabilir, kaide alınamaz' şeklinde idi. Fakat bizzat Ziya Bey, öyle kelimeler almıştı ki:

Arap dili, Yunancadan böyle bir alım satım yapmıştır. Emeviler devrinde ilk tercümelerde (riyaziyat) kelimesini değil (matematika), (mantık) kelimesini değil (logika) yı bulursunuz. Nitekim bizde de, üçüncü Selim zamanında Nizamı-cedit kurulurken ( alay-tabur) değil, (escadron, bataillan, aide de camp, etatmajor) tabirlerine rastlarız. Bu bir nevi kekeleme devridir ki, biz onu çoktan geçirdik. Enternasyonal bir benlik almamış kelimelerin, terim olarak karşılığını Türkçe de buluyoruz, çocuklarımıza veriyoruz. Ve onlar, birçoklarımızın zannı aksine, gayet güzel öğreniyorlar. Vekil olduktan sonra sık sık dolaştığım ilk ve orta okullarda çocuklara hissettirmeksizin yaptığım anketler bana bu izlenimleri verdi. İlk okulun, son veya bir önceki sınıfındaki bir Türk çocuğu için eski geometri, murabba (şiir türü), muhammes(nazım şekli), züerbaatüladia, hiç bir çağrışım imkanı vermediği için hazmedilememiş demir bilyeler gibi onun dimağında kalıyor. Halbuki: ( birle, dörtle, beşle, çokla) yapılmış terimleri, esasen bunları bildiği için kolayca kavrıyor ve anlıyor. Terimler, bu şekilde en küçük kademesinden en yüksek derecesine kadar, bugün dünya ilim ve medeniyetinin mümessili olan milletlerin fikir seviyesini göz önünden uzaklaştırmamak şartı ile tertiplendiği zaman, her türlü düşünceyi söyler, ileri ve medeni bir Türk dili oluşuna başlamış bulunacaktır.
Dilimizi kısır bellemek, bu görüşün altında, fikirce geri olduğumuzu kabul etmektir kanaatindeyim. Düşüncelerini ifade edemediği için kalemini kıranlar, bence sağlam kalem seçmesini bilmeyenlerdir. Her şeyi yazabiliriz, yeter ki yazılacak şeyimiz olsun.
Cilt cilt kitapların yazarı bulunan Hasan Ali Yücel, koltuğa yaslandı, bir kaç saniye sustu, hafifçe güldü:
Edebiyat meselesine gelince, dedi. Bu, tıpkı bugünkü Ankara havasına benziyor: Alçakta bulutlar var, fakat bir türlü yağıp bizi sıkıntıdan kurtarmıyor. Bugün yağmadı, yarında yağmayacak demek değildir. Ben, edebiyatımıza fazla kara çaldığımız düşüncesindeyim. Son yıllarda oldukça zengin bir edebiyat doğmaktadır. En tuhaf ve aykırı mizaçtaki şairlerimizden, hala eski kıta şekillerinin çerçevesinden çıkamayanlara kadar duyan, söyleyen, kızan, bağıran şairlerimiz var. On yaşından yetmişine kadar, sanatın gönüllü ve karşılıksız yapılan büyüklüğünü ve çocukluğunu her fidan tazeliği ile muhafaza edenlerin var olduğu bir memlekette, şiir nasıl yok olur? Hala okuma yazma bilmeyip de düşünme gücünden şiir söyleyen insanları, en tenha köşelerinde yetiştirmiş bir memlekette (şiire) yok diyebilir miyiz?Kadını, erkeği coşunca vezinli, kafiyeli konuşan bir millet olduğumuzu unutmayalım.
Beş altı kurstan geçtikten sonra, bu dediğim milli istidat ile kusursuz ve pek güzel şiirler yazan eğitmenlere rastladım. Ben, buna hayret etmedim, çünkü, milletimin, her vadide olduğu gibi bunda da zengin bir yapabilme hazinesine sahip olduğuna inanırım. Masanın üzerinde duran bir kitabı eline aldı. Dikkatle baktı. Sonra:
-Nesir, dedi. İtiraf edelim ki, bu yeni yeni kıvamını bulmaktadır. Dallı budaklı ve etraflı bir düşünceyi apaçık surette kağıt üzerinde tabiye edebilmek kolay bir iş değildir. Geçen gün Akşam gazetesinde Halide Edip'in on altıncı asır Fransız klasiklerini tercüme edelim teklifini ihtiva eden bir makalesini okuduğum zaman, kendimi, bu fikirlerimi lütfedip yazması için muharrir'den ricada bulunmuş zannettim. Rasyonel, hesaplı bir nesir mimarisine çok ihtiyacımız var. Taine'in, Balzac'ın bir kütüphane tutan eserlerinin bolluğundan bahsederken ( karakterler) sahibinin bunları görse ( nasıl olmuşta bu kadar sözü bulabilmiş) diye şaşacağını söylüyor. Çünkü, hayrete düşürecek olan klasik ruh, ölçülü, hesaplı, fazla itinalı ve onun için çok zamanda az, lakin kusursuz eser vermeyi ister.
Biz böyle bir devre geçirmeye muhtacız. Zaten romanda, bu itinasızlık dan dolayı arzu ettiğimiz kemale gelmiyor. Ya, iç araştırmalarda aceleciyiz, sırf şekilde duruyoruz yahut teknik ve plastik tarafta acele edip tam arşitektural bir eser veremiyoruz.
Yakup'un ( sürgün) ünde derinliğe dalan okuyucu gözü, belki kenarlarında sathındaki az itinayı affediyor. Yahut ( Yezidin kızı) ndaki plastik güzellik, romanın ruh tahlili bakımından sığlığını ölçmeye zaman bırakmıyor. Esasen bunu için değil midir ki (mavi ve siyah) larımız. ( Le rouge et le noir) olmadılar.
Devam edecek.
26 Ocak 2016 Salı
Paranın Kokusu
Bugün Nizamettin Nasif'in yazmış olduğu değişik bir konuya değinmek istedim. Farklı bir konu değerlendirme yine Yedi gün dergisinde yazılmış bir değerlendirme yazısı. Yorum sizin.
"PARA VE ONUN KOKUSU TARİHİN HER DEVRİNDE HÜKMÜNÜ İCRA ETTİ. MEDENİYETLERİN BATIŞINDA, CİHANGİRLERİN MAHVOLUŞUNDA HEP ONU GÖRDÜK. MİLADIN İKİNCİ ASRINDA MARKÜS'LER, YİRMİNCİ ASIRDA STAVİSKİLER ONUN KOKUSU İLE SÜRÜKLENDİLER.
Bu günkü Hatay'ın dört adım ötesinde on sekiz asır önce adına Palmira denen bir şehir vardı. Orengo nehrinin suladığı yemyeşil bir ülkenin ortasında, mermer sütunlarına hurma gölgelerinin şiirini tattıra tattıra gerinen bu şehir, her asırda bie medeniyet yaratmış ve yarattığı her medeniyeti başka topraklarda doğmuş olanların gözlerini kamaştırdığı yıkıp yerine daha muhteşem'ini kurmuş olan bir iklimin, insana, bir güzelde karar kılmayıp daima başka güzele, daha güzele, en güzele saldırmak arzusunu aşılayan bir iklimin en büyük gururu idi.
Fena olmayan fakat en büyük değişim merhalesine ulaştığı anda dahi muasırlarının en iyisi olmayan Roma medeniyeti, bir gün, yüzlerce harp galerini Şarki Ak deniz kıyılarına yolladı. Bu galerler'den karaya çıkan bir ordu devrinin iyi askerlerinden sayılan Markus Aurelius'un emri altında Palmira'ya saldırdı.
Şehir, endamı sütunlardan daha güzel, gözleri hurmalarının gözlerinden daha hülyalı ve zevki herkesin gözünü kamaştıran medeniyetten daha yüksek ve asil bir kumandan tarafından müdafaa edildi:
Kraliçe Zenobia. Palmira'nın bu müdafaası pek meşhurdur. İlk bakışta en güzel ceylanın en yırtıcı kaplanla boğuşmasına pek benzeyen bu müdafaa, zaman zaman öyle şekiller aldı ki, Palmira öyle hakim dövüştü ki, bu ceylanın bu kaplanı paramparça edebileceğini ummak bile mümkün oldu. Fakat Suriye'nin anahtarını ele geçirip Irak'a, küçük Asya'ya ve Asya ortalarına yollanan kervanlarının kontrolünü ele geçirmek Roma için o derece hayati bir zaruretti ki Markus Aurelius yılamadı. Tırpanlanan on lejyonerin yerine Roma yüz lejyoner gönderdi. Eksilen yüz kahramanın yerine iki taze yay bulamayan Palmira, nihayet çırpına çırpına öldü ve ceylan Zenobia muzaffer Romalının esiri oldu.
Romayı şarkı Akdeniz'in kıyılarından engin bir iç bölgeye sokan ve Roma'ya o günkü dünyanın en karlı ticaretini bahşeden zafer budur. Böyle bir zaferin kahramanı Roma'da Sezar olmazdı da kim olurdu? Ve Roma Markus Aurelius'u Sezarlık tahtına oturttu.
Eğer Markus Aurelius'un zaafı olmasaydı, tarih her asırda sayfalarını karıştıranlara onu hep beğendirerek hatırlatacaktır. Fakat bu zaafı yani 'Paraya doymayışı ve rüşvet alışı' bu Roma kahramanının bütün meziyetlerini unutturmakta, vatanına yaptığı hizmetleri karartmakta ve hatta güzel sanatlara, fikre, felsefeye gösterdiği devamlı dikkatleri bir kalemde iptal etmektedir. Evet...Romanın muzaffer kumandanı, Palmira kuşatmasının ve bir çok harplerin kahramanı, devrinin en büyük imparatorluğunu ve belkide zeka ve bilgisine sahip olanı paraya öyle düşkündü ki, bu düşkünlük yüzünden beliren nefret işte hala hatırasını çamurluyor.
Para hırsı, Markus Aurelius'u nerelere kadar düşürdüğünü bilir misiniz? Kumarhanelerden umumhanelerden gümrük ve alışveriş vergisi almaya kadar. O zaman kendisini sevenler, oğlunu tahrik ettiler:
Git babana söyle dediler, bu gidiş fena gidiş, halkın nefretinden korksun.
Oğlu babasına gitti söyledi.
-Sezar, Ahlaksız kumarcının çaldığı paradan ve en sefil kadının avcuna konan paradan iğrenmiyor musun?
Markus Aurelius'un cevabı meşhurdur:
Odasındaki fil dişi sandığından bir altın çıkartıp oğlunun burnuna uzatır:
Kokla şunu? Çocuk koklar.
-Ne kokuyor?
- Hiç baba...
Bunun üzerine Aurelius kaşlarını çatarak gürler:
-Defol, Haydutların elçisi. Görünme gözüme. Paranın kokusu olmadığını bilmeyen hayvan. Defol. ..Tarihler, parayı kokusuz sananların hiçte az olmadığını göze vurur. Roma'dan sonra Bizans, Emevi ve Abbasi saltanatları ve Osmanlı İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Habsburg İmparatorluğu bize para kokusunu alamayan bir hayli burun tanıtmıştır.
Fransız Bourbon'larının en meşhur hükümdarları on dördüncü ve onbeşinci Lui'ler, Emevilerin tanınmış İmparatoru Abdülmelik bin Hakem, Bizans'ın bütün İmparatorları, ve vasilissa'ları paranın pisini ve temizini ayırt edememenin nice nice numunelerini vermişlerdir.
Osmanlı sarayında rüşvetin protokolde yeri olan ne mel'un bir illet olduğunu içimizde bilmeyen yoktur.Taçlı başların bu illete tutulmasından ne elim neticeler doğurduğunu da biliriz. bu illet en tehlikeli toplumsal marazdır ve derhal sirayet eder. Padişahın rüşvet aldığını sezen sadrazam çalmıştır, sadrazamın rüşvet aldığını bilen vezir çalmıştır, şeyhülislam, kazasker, kadı, subaşı çalmıştır. Ve bu illet nesilden nesilden sirayet ede ede İmparatorluklar çürümüştür, saltanatlar tutunamamıştır.
Toplumsal binalar ard arda devrilmiş, yıkılmış ve yerlerinde yeller esmiştir. Bütün toplumsal buhranların, bütün milli çöküşlerin sebeplerini eleyiniz, eleğin üstünde kalan en mühim sebep daima şu olacaktır:
'Pis paranın kokusunu alamamak' Bununla beraber, birbirini kovalayan rejimler, hep bu felaketin birer tepkileri halinde doğdukları halde, her nedense bu felakete tutunmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
Buğday intikarı yaparak halkın gözünden düşen Bourbonların Paris'inde krallığı kendi yerine geçiren birinci ve ikinci İmparatorların tekrar saltanata ulaşan Bourbonların ve hatta üçüncü Fransız Cumhuriyetinin bu illetten kurtulamadığını görüyoruz. On dokuzuncu asrın sonlarında Fransa'da para ile nişan satan Cumhurreisleri görülmüştür.
Panama rezaleti Fransa'daki münevver siyasi aileyi akıllandırmıştır sananlar daha dün orada bir staviski görmüşlerdir ve her gün bir yeni staviski rezaleti görmektedirler. Şimali Amerika'daki insul rezaletinin bütün safhalarını yakından takip ettik. Ve işte daha dün bizde de rejimin çok temiz ve hükümetimizin çok dikkatli olmasına rağmen bir Ekrem konig rezaleti oldu. Romanya'da,Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Rusya'da zaman zaman sezilen büyük skandallar hep bu illetin nüksedebilişine delalet eden örneklerdir.
Kuvvetli devletin hayatı, bu illetle devamlı bir mücadeleden ibarettir. Toplumsal tehlike böyle hadislere ara sıra rastlanmasında değildir, bu hadiselerle mücadele edilmemesinde ve bir nevi hadiselerin tabi addedilebilmesindedir.
Harp zenginliğini kabul gören umumi harp, siyasi nizamı devrilmiştir. Niçin?
Haksız para kazanmayı tabi saydığı için, iktisadi sabitlemek ' para gelsin de nereden gelirse gelsin 'olduğu için. Roma'nın ve Roma ülkelerinin Sezarı Markus Aurelius'un söylediği doğrudur.
-Paranın kokusu olmaz.
Fakat Roma'nın ve Roma ülkelerinin Sezar'ı güzel sanatların, fikrin ve felsefenin büyük hamisi Markus Aurelius'un bilmediği, kestiremediği şu idi:
'Kokusu olmayan paranın pis kaynaklardan alına alına memleketi kokuşturduğu'
İkinci milat asrından yirminci milat asrına kadar beliren bütün medeniyetlerin batışında, cihangirliklerin yerinde yeller esişinde tarih hep böyle bir kokuşma, hep böyle bir pis koku kaydediyor."
Gerçekten incelenmesi gereken bir konu başlangıçta güzel doğal bir kentle, paranın savaşına tanık oluyoruz sanırım para karşısında birde doğa savaşı var ki bu savaşı kimin kazandığı kimin kaybettiği yıllarca anlaşılmasına karşın yinede inatla aynı yere gelmek insanoğlu için ilginç olmalı.Bu değişir mi bilmiyorum Lidya'lılar bulduğunda böyle sonuçları olacağını tahmin ediyor mu idi onuda bilmiyorum ama yaşanılanlardan göze çarpan tek şey var onunla mücadele etmek üzerine yine aynı noktaya gelmek.Bu iki sınırı koruyamadığımız zaman bu böyle gider mi yoksa fark edilir ve yaşamın önemi gerçek sırrı anlaşılır mı bunu da bilmiyorum yaşadığımız gezegende yine bunu gelecek belirleyecek... Ve yine onu tarih sayfalarından insanlar okuyacak... Değerlendirecek...
"PARA VE ONUN KOKUSU TARİHİN HER DEVRİNDE HÜKMÜNÜ İCRA ETTİ. MEDENİYETLERİN BATIŞINDA, CİHANGİRLERİN MAHVOLUŞUNDA HEP ONU GÖRDÜK. MİLADIN İKİNCİ ASRINDA MARKÜS'LER, YİRMİNCİ ASIRDA STAVİSKİLER ONUN KOKUSU İLE SÜRÜKLENDİLER.
Bu günkü Hatay'ın dört adım ötesinde on sekiz asır önce adına Palmira denen bir şehir vardı. Orengo nehrinin suladığı yemyeşil bir ülkenin ortasında, mermer sütunlarına hurma gölgelerinin şiirini tattıra tattıra gerinen bu şehir, her asırda bie medeniyet yaratmış ve yarattığı her medeniyeti başka topraklarda doğmuş olanların gözlerini kamaştırdığı yıkıp yerine daha muhteşem'ini kurmuş olan bir iklimin, insana, bir güzelde karar kılmayıp daima başka güzele, daha güzele, en güzele saldırmak arzusunu aşılayan bir iklimin en büyük gururu idi.
Fena olmayan fakat en büyük değişim merhalesine ulaştığı anda dahi muasırlarının en iyisi olmayan Roma medeniyeti, bir gün, yüzlerce harp galerini Şarki Ak deniz kıyılarına yolladı. Bu galerler'den karaya çıkan bir ordu devrinin iyi askerlerinden sayılan Markus Aurelius'un emri altında Palmira'ya saldırdı.
Şehir, endamı sütunlardan daha güzel, gözleri hurmalarının gözlerinden daha hülyalı ve zevki herkesin gözünü kamaştıran medeniyetten daha yüksek ve asil bir kumandan tarafından müdafaa edildi:
Kraliçe Zenobia. Palmira'nın bu müdafaası pek meşhurdur. İlk bakışta en güzel ceylanın en yırtıcı kaplanla boğuşmasına pek benzeyen bu müdafaa, zaman zaman öyle şekiller aldı ki, Palmira öyle hakim dövüştü ki, bu ceylanın bu kaplanı paramparça edebileceğini ummak bile mümkün oldu. Fakat Suriye'nin anahtarını ele geçirip Irak'a, küçük Asya'ya ve Asya ortalarına yollanan kervanlarının kontrolünü ele geçirmek Roma için o derece hayati bir zaruretti ki Markus Aurelius yılamadı. Tırpanlanan on lejyonerin yerine Roma yüz lejyoner gönderdi. Eksilen yüz kahramanın yerine iki taze yay bulamayan Palmira, nihayet çırpına çırpına öldü ve ceylan Zenobia muzaffer Romalının esiri oldu.
Romayı şarkı Akdeniz'in kıyılarından engin bir iç bölgeye sokan ve Roma'ya o günkü dünyanın en karlı ticaretini bahşeden zafer budur. Böyle bir zaferin kahramanı Roma'da Sezar olmazdı da kim olurdu? Ve Roma Markus Aurelius'u Sezarlık tahtına oturttu.
Eğer Markus Aurelius'un zaafı olmasaydı, tarih her asırda sayfalarını karıştıranlara onu hep beğendirerek hatırlatacaktır. Fakat bu zaafı yani 'Paraya doymayışı ve rüşvet alışı' bu Roma kahramanının bütün meziyetlerini unutturmakta, vatanına yaptığı hizmetleri karartmakta ve hatta güzel sanatlara, fikre, felsefeye gösterdiği devamlı dikkatleri bir kalemde iptal etmektedir. Evet...Romanın muzaffer kumandanı, Palmira kuşatmasının ve bir çok harplerin kahramanı, devrinin en büyük imparatorluğunu ve belkide zeka ve bilgisine sahip olanı paraya öyle düşkündü ki, bu düşkünlük yüzünden beliren nefret işte hala hatırasını çamurluyor.
Para hırsı, Markus Aurelius'u nerelere kadar düşürdüğünü bilir misiniz? Kumarhanelerden umumhanelerden gümrük ve alışveriş vergisi almaya kadar. O zaman kendisini sevenler, oğlunu tahrik ettiler:
Git babana söyle dediler, bu gidiş fena gidiş, halkın nefretinden korksun.
Oğlu babasına gitti söyledi.
-Sezar, Ahlaksız kumarcının çaldığı paradan ve en sefil kadının avcuna konan paradan iğrenmiyor musun?
Markus Aurelius'un cevabı meşhurdur:
Odasındaki fil dişi sandığından bir altın çıkartıp oğlunun burnuna uzatır:
Kokla şunu? Çocuk koklar.
-Ne kokuyor?
- Hiç baba...
Bunun üzerine Aurelius kaşlarını çatarak gürler:
-Defol, Haydutların elçisi. Görünme gözüme. Paranın kokusu olmadığını bilmeyen hayvan. Defol. ..Tarihler, parayı kokusuz sananların hiçte az olmadığını göze vurur. Roma'dan sonra Bizans, Emevi ve Abbasi saltanatları ve Osmanlı İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Habsburg İmparatorluğu bize para kokusunu alamayan bir hayli burun tanıtmıştır.
Fransız Bourbon'larının en meşhur hükümdarları on dördüncü ve onbeşinci Lui'ler, Emevilerin tanınmış İmparatoru Abdülmelik bin Hakem, Bizans'ın bütün İmparatorları, ve vasilissa'ları paranın pisini ve temizini ayırt edememenin nice nice numunelerini vermişlerdir.
Osmanlı sarayında rüşvetin protokolde yeri olan ne mel'un bir illet olduğunu içimizde bilmeyen yoktur.Taçlı başların bu illete tutulmasından ne elim neticeler doğurduğunu da biliriz. bu illet en tehlikeli toplumsal marazdır ve derhal sirayet eder. Padişahın rüşvet aldığını sezen sadrazam çalmıştır, sadrazamın rüşvet aldığını bilen vezir çalmıştır, şeyhülislam, kazasker, kadı, subaşı çalmıştır. Ve bu illet nesilden nesilden sirayet ede ede İmparatorluklar çürümüştür, saltanatlar tutunamamıştır.
Toplumsal binalar ard arda devrilmiş, yıkılmış ve yerlerinde yeller esmiştir. Bütün toplumsal buhranların, bütün milli çöküşlerin sebeplerini eleyiniz, eleğin üstünde kalan en mühim sebep daima şu olacaktır:
'Pis paranın kokusunu alamamak' Bununla beraber, birbirini kovalayan rejimler, hep bu felaketin birer tepkileri halinde doğdukları halde, her nedense bu felakete tutunmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
Buğday intikarı yaparak halkın gözünden düşen Bourbonların Paris'inde krallığı kendi yerine geçiren birinci ve ikinci İmparatorların tekrar saltanata ulaşan Bourbonların ve hatta üçüncü Fransız Cumhuriyetinin bu illetten kurtulamadığını görüyoruz. On dokuzuncu asrın sonlarında Fransa'da para ile nişan satan Cumhurreisleri görülmüştür.
Panama rezaleti Fransa'daki münevver siyasi aileyi akıllandırmıştır sananlar daha dün orada bir staviski görmüşlerdir ve her gün bir yeni staviski rezaleti görmektedirler. Şimali Amerika'daki insul rezaletinin bütün safhalarını yakından takip ettik. Ve işte daha dün bizde de rejimin çok temiz ve hükümetimizin çok dikkatli olmasına rağmen bir Ekrem konig rezaleti oldu. Romanya'da,Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Rusya'da zaman zaman sezilen büyük skandallar hep bu illetin nüksedebilişine delalet eden örneklerdir.
Kuvvetli devletin hayatı, bu illetle devamlı bir mücadeleden ibarettir. Toplumsal tehlike böyle hadislere ara sıra rastlanmasında değildir, bu hadiselerle mücadele edilmemesinde ve bir nevi hadiselerin tabi addedilebilmesindedir.
Harp zenginliğini kabul gören umumi harp, siyasi nizamı devrilmiştir. Niçin?
Haksız para kazanmayı tabi saydığı için, iktisadi sabitlemek ' para gelsin de nereden gelirse gelsin 'olduğu için. Roma'nın ve Roma ülkelerinin Sezarı Markus Aurelius'un söylediği doğrudur.
-Paranın kokusu olmaz.
Fakat Roma'nın ve Roma ülkelerinin Sezar'ı güzel sanatların, fikrin ve felsefenin büyük hamisi Markus Aurelius'un bilmediği, kestiremediği şu idi:
'Kokusu olmayan paranın pis kaynaklardan alına alına memleketi kokuşturduğu'
İkinci milat asrından yirminci milat asrına kadar beliren bütün medeniyetlerin batışında, cihangirliklerin yerinde yeller esişinde tarih hep böyle bir kokuşma, hep böyle bir pis koku kaydediyor."
Gerçekten incelenmesi gereken bir konu başlangıçta güzel doğal bir kentle, paranın savaşına tanık oluyoruz sanırım para karşısında birde doğa savaşı var ki bu savaşı kimin kazandığı kimin kaybettiği yıllarca anlaşılmasına karşın yinede inatla aynı yere gelmek insanoğlu için ilginç olmalı.Bu değişir mi bilmiyorum Lidya'lılar bulduğunda böyle sonuçları olacağını tahmin ediyor mu idi onuda bilmiyorum ama yaşanılanlardan göze çarpan tek şey var onunla mücadele etmek üzerine yine aynı noktaya gelmek.Bu iki sınırı koruyamadığımız zaman bu böyle gider mi yoksa fark edilir ve yaşamın önemi gerçek sırrı anlaşılır mı bunu da bilmiyorum yaşadığımız gezegende yine bunu gelecek belirleyecek... Ve yine onu tarih sayfalarından insanlar okuyacak... Değerlendirecek...
23 Ocak 2016 Cumartesi
Berlin İntibaları 1939 9
ÖZETLE (Hülasa)
Berlin'de ancak 4.5 gün kaldık. Almanya'nın pek az bir parçasını uzaktan, şimendifer'le geçerken gördük. Berlin sokakların biraz dolaştık. Resmi zatlar haricinde kimse ile temas etmedik. Buna bir tetkik ve müşahede mahiyeti vermeye kalkarak ehemmiyetli neticeler ve hükümler çıkarmak ciddiyete sığmaz.
Almanya intibalarına dair bu sütunlarda yazdığım şeyler samimi birer dost teklifsizliği ile her hafta baştan başa konuştuğum okuyucularımla havai bir sohbetten başka bir mahiyeti haiz değildirler. Ancak, onlar Almanya hakkındaki intibalarımın bir özetini sormak isterler gibi geliyor bana. İşte ancak bu tahmin edilmiş soruyu cevapsız bırakmamış olmak içindir ki, yazdıklarıma bir kaç kelime ifade etmek istiyorum.
Almanya normal bir memleket hissini vermiyor. Burada gayri tabi bir şey var. Nedir o? Harp mi? Hayır.
Resmen bir harp vaziyeti yok. Fakat harp zamanlarının hayatı ve tarzı var. Serbest konuşmak ortadan kalkmış. Ne serbest bir söz söyleyebiliyorsunuz, ne serbest bir söz işitiyorsunuz, ne okuyorsunuz. Ağzınızdan bir lakırtı çıkacağı zaman, boğazın dokuz düğüm olduğunu hatırlamak, kelimelerinizin üzerinde durmak lüzumunu teneffüs ettiğiniz havadan öğreniyorsunuz. Çünkü bir nezaketsizlikten sakınmak istersiniz. Bu manevi vahim içinde bir insan sosyetesi için tabi bir gelişmeye imkan olmaz. Niçin böyle? Alman milleti neden buna tahammül ediyor? soruyu böyle kurmak doğru değil.
Alman milletinin çoğu tahlil etmiyor. Kendi arzusu ile bunu kabul ediyor. Buna razı oluyor. Bir gayeye erişmek için bilerek, isteyerek yapıyor. Bu gaye nedir?
Alman milleti bütün hakkını, söz, tefekkür, hareket haklarını, Führer'in eline teslim ederek bir makine gibi, yalnız alkış ve selam vaziyetinde onun arkasında yürümeye razı olurken neyi elde etmek istiyordu? Bunu açıklıkla, katiyetle ve sağlam surette bize kim temin edebilir? En iyi izahat, etrafa bakmak, realiteyi görmek değil midir?
Biz Berlin'de kaldığımız sürece, askeri bir hayattan, maddi kuvvetten başka bir şey görmedik. Her şey askerlik için. Bu asker ne için? Müdafaa mı, tecavüz mü? Almanya'nın müdafaa ya muhtaç bir vaziyette bulunduğunu zannetmem. Tecavüz emelini ispat edecek hareketler ise eksik değil. Bunu Almanların daracık bir saha üzerinde yaşamak imkanını bulamamalarına atfetmek katiyen doğru değil. Çünkü yaşamak imkanını onlar kendi elleri ile boğuyorlar. Orduyu bizim gördüğümüz hale yükseltmek için milyarlar sarf edilmiş olmak lazımdır. Bu milyarları tahrip ve tehdit aletlerine feda etmekten vazgeçerek milletin yükü azalınca, Alman milletinin ıstırabı saadete dönüşür.
Alman kavmi karnını doyuruncaya kadar yer ve halis gıda yer, halis kumaşlarla giyinir. Bu gün bütün bunlar adete seve seve feda ediliyor. Her şey asker için. Siviller içinde en çok sivil olanlara bile üniforma giydirmişler. Hariciye memurlarının uzun siyah üniformaları içinde bir diplomattan başka her şeye benzemeleri insana ne kadar garip görünüyor. İki fert arasına en tabi bir dostluk ve uyum vasıtası olan selamlaşmak bile ortadan kalkmış. Bu bir makine hareketine, yapmacıklığa bir teşrifata karşılık olmuş. Selam yok. Yalnız makine hareketleri ile 'yaşasın hitler' diyeceksiniz ve kolu ufki surette uzatacaksınız. İşte o tatlı selam, o iki insan arasında kalplerden taşan bir yakınlığın dudaklarda uyandırdığı samimiyet bu basma kalıp düstur haline girmiş.
Dahili siyaset hakkında kendi gözlemime dayanan hiç bir şey söyleyemeyeceğim. Bütün bildiklerim Almanya ya gitmeden önce okuduğum kitap ve gazetelerden alınmıştır. Fakat Almanya da bunları tekzip edecek gerçeklerle de karşılaşmadım. Hatta teyit edebilecek bazı olaylara bile rast geldim. Almanya da konuştuğum zatlarla söyleşi arasında, yahudi meselesine temastan bilhassa kaçındık. Fakat Yahudi meselesi var. Sokaklardan belli.
Yahudilerin yerini Alman ekonomisi doyurmaya muvaffak olamamıştır. Boşlukları kati suretle hissediliyor. Yahudilere yapıldığı söylenen tecavüzler hakkında esaslı bir malumatım yok. Fakat Karisbatta eski Kaiserpark müessesesini kapalı bulup da sebebini sorduğum zaman, halis Alman kanından biri:
-Yahudi olduğu için intihar ettirdiler, cevabını verdi.
Almanlar Çekoslovakyayı zapt ettiler. Çekleri hürriyete, refaha, saadete kavuşturduklarını temin ediyorlar. Bu iddianın bizzat Çekler tarafından ne dereceye kadar tasdik edildiğini göremedim. Çünkü yeni Çekoslovakyayı himayeleri altına alan Almanlar memleketi o kadar mükemmel muhafaza ediyorlar ki, hudutlarından içeri katiyen bir yabancı sokmuyorlar. Bu gün Çekoslovakya dünyadan alakası kesilmiş haldedir. Koca bir ülke büyük bir mahpestir. Buraya girilmiyor ve buradan çıkılmıyor. Şimdiki vaziyet budur.
Fakat bu vaziyetten Alman milleti memnun olduktan, onu kendisi böyle istedikten sonra artık bizim Almandan fazla Alman olarak onun hesabına şikayet etmeye hakkımız yoktur zannederim.
Bütün bu izlenimlere ekleyebileceğim fazla bir şey yok sonuçta kısa bir süre sonra 2. Dünya savaşı patlak veriyor ve o dönemde yaşananlar ise herkesin bildiği şeyler çünkü günümüze kadar bu konu üzerine çok şeyler yazılmış çizilmiştir. Sanırım bir çok şey iki çizgi arasında gelişiyor toplumlarda ve tarihte yaşananlardan ders çıkarmayı bilirse insanlar sonuçları belli olan aynı şeylerin yaşanmasından uzak durarak her şeyi yaşanılası bir hale dönüştürebilir. Bu çok zor olmamalı...
Berlin'de ancak 4.5 gün kaldık. Almanya'nın pek az bir parçasını uzaktan, şimendifer'le geçerken gördük. Berlin sokakların biraz dolaştık. Resmi zatlar haricinde kimse ile temas etmedik. Buna bir tetkik ve müşahede mahiyeti vermeye kalkarak ehemmiyetli neticeler ve hükümler çıkarmak ciddiyete sığmaz.
Almanya intibalarına dair bu sütunlarda yazdığım şeyler samimi birer dost teklifsizliği ile her hafta baştan başa konuştuğum okuyucularımla havai bir sohbetten başka bir mahiyeti haiz değildirler. Ancak, onlar Almanya hakkındaki intibalarımın bir özetini sormak isterler gibi geliyor bana. İşte ancak bu tahmin edilmiş soruyu cevapsız bırakmamış olmak içindir ki, yazdıklarıma bir kaç kelime ifade etmek istiyorum.
Almanya normal bir memleket hissini vermiyor. Burada gayri tabi bir şey var. Nedir o? Harp mi? Hayır.
Resmen bir harp vaziyeti yok. Fakat harp zamanlarının hayatı ve tarzı var. Serbest konuşmak ortadan kalkmış. Ne serbest bir söz söyleyebiliyorsunuz, ne serbest bir söz işitiyorsunuz, ne okuyorsunuz. Ağzınızdan bir lakırtı çıkacağı zaman, boğazın dokuz düğüm olduğunu hatırlamak, kelimelerinizin üzerinde durmak lüzumunu teneffüs ettiğiniz havadan öğreniyorsunuz. Çünkü bir nezaketsizlikten sakınmak istersiniz. Bu manevi vahim içinde bir insan sosyetesi için tabi bir gelişmeye imkan olmaz. Niçin böyle? Alman milleti neden buna tahammül ediyor? soruyu böyle kurmak doğru değil.
Alman milletinin çoğu tahlil etmiyor. Kendi arzusu ile bunu kabul ediyor. Buna razı oluyor. Bir gayeye erişmek için bilerek, isteyerek yapıyor. Bu gaye nedir?
Alman milleti bütün hakkını, söz, tefekkür, hareket haklarını, Führer'in eline teslim ederek bir makine gibi, yalnız alkış ve selam vaziyetinde onun arkasında yürümeye razı olurken neyi elde etmek istiyordu? Bunu açıklıkla, katiyetle ve sağlam surette bize kim temin edebilir? En iyi izahat, etrafa bakmak, realiteyi görmek değil midir?
Biz Berlin'de kaldığımız sürece, askeri bir hayattan, maddi kuvvetten başka bir şey görmedik. Her şey askerlik için. Bu asker ne için? Müdafaa mı, tecavüz mü? Almanya'nın müdafaa ya muhtaç bir vaziyette bulunduğunu zannetmem. Tecavüz emelini ispat edecek hareketler ise eksik değil. Bunu Almanların daracık bir saha üzerinde yaşamak imkanını bulamamalarına atfetmek katiyen doğru değil. Çünkü yaşamak imkanını onlar kendi elleri ile boğuyorlar. Orduyu bizim gördüğümüz hale yükseltmek için milyarlar sarf edilmiş olmak lazımdır. Bu milyarları tahrip ve tehdit aletlerine feda etmekten vazgeçerek milletin yükü azalınca, Alman milletinin ıstırabı saadete dönüşür.
Alman kavmi karnını doyuruncaya kadar yer ve halis gıda yer, halis kumaşlarla giyinir. Bu gün bütün bunlar adete seve seve feda ediliyor. Her şey asker için. Siviller içinde en çok sivil olanlara bile üniforma giydirmişler. Hariciye memurlarının uzun siyah üniformaları içinde bir diplomattan başka her şeye benzemeleri insana ne kadar garip görünüyor. İki fert arasına en tabi bir dostluk ve uyum vasıtası olan selamlaşmak bile ortadan kalkmış. Bu bir makine hareketine, yapmacıklığa bir teşrifata karşılık olmuş. Selam yok. Yalnız makine hareketleri ile 'yaşasın hitler' diyeceksiniz ve kolu ufki surette uzatacaksınız. İşte o tatlı selam, o iki insan arasında kalplerden taşan bir yakınlığın dudaklarda uyandırdığı samimiyet bu basma kalıp düstur haline girmiş.
Dahili siyaset hakkında kendi gözlemime dayanan hiç bir şey söyleyemeyeceğim. Bütün bildiklerim Almanya ya gitmeden önce okuduğum kitap ve gazetelerden alınmıştır. Fakat Almanya da bunları tekzip edecek gerçeklerle de karşılaşmadım. Hatta teyit edebilecek bazı olaylara bile rast geldim. Almanya da konuştuğum zatlarla söyleşi arasında, yahudi meselesine temastan bilhassa kaçındık. Fakat Yahudi meselesi var. Sokaklardan belli.
Yahudilerin yerini Alman ekonomisi doyurmaya muvaffak olamamıştır. Boşlukları kati suretle hissediliyor. Yahudilere yapıldığı söylenen tecavüzler hakkında esaslı bir malumatım yok. Fakat Karisbatta eski Kaiserpark müessesesini kapalı bulup da sebebini sorduğum zaman, halis Alman kanından biri:
-Yahudi olduğu için intihar ettirdiler, cevabını verdi.
Almanlar Çekoslovakyayı zapt ettiler. Çekleri hürriyete, refaha, saadete kavuşturduklarını temin ediyorlar. Bu iddianın bizzat Çekler tarafından ne dereceye kadar tasdik edildiğini göremedim. Çünkü yeni Çekoslovakyayı himayeleri altına alan Almanlar memleketi o kadar mükemmel muhafaza ediyorlar ki, hudutlarından içeri katiyen bir yabancı sokmuyorlar. Bu gün Çekoslovakya dünyadan alakası kesilmiş haldedir. Koca bir ülke büyük bir mahpestir. Buraya girilmiyor ve buradan çıkılmıyor. Şimdiki vaziyet budur.
Fakat bu vaziyetten Alman milleti memnun olduktan, onu kendisi böyle istedikten sonra artık bizim Almandan fazla Alman olarak onun hesabına şikayet etmeye hakkımız yoktur zannederim.
Bütün bu izlenimlere ekleyebileceğim fazla bir şey yok sonuçta kısa bir süre sonra 2. Dünya savaşı patlak veriyor ve o dönemde yaşananlar ise herkesin bildiği şeyler çünkü günümüze kadar bu konu üzerine çok şeyler yazılmış çizilmiştir. Sanırım bir çok şey iki çizgi arasında gelişiyor toplumlarda ve tarihte yaşananlardan ders çıkarmayı bilirse insanlar sonuçları belli olan aynı şeylerin yaşanmasından uzak durarak her şeyi yaşanılası bir hale dönüştürebilir. Bu çok zor olmamalı...
22 Ocak 2016 Cuma
Berlin İntibaları 1939 8
NASYONAL SOSYALİZM DİNİ
Müşterek bir dostun yanında, bir Alman mebusu ile tanıştım. Nasyonal Sosyalizm ve mebus? Bu iki tabir arasında bir münasebet bulunacağını o kadar unutmuşuz ki, Berlin' de 'mebus' kelimesini işitince adeta hayret ettim. Bu ne çeşit bir mahluktur? Yeni tanıştığım zatın yüzüne merak ile baktım. Almanya da mebus, bu sanki arabanın beşinci tekerleği. Başka memleketlerde bile ne işe yaradığı tartışma götüren bu mahlukun nazi rejiminde mevki ne olabileceğini zihnim bir türlü almıyordu. Konuşmaya başladık. Fakat bu zor bir şeydi. Benim pek kıt Almancam ile onun çok çetrefil Fransızcasını bir araya getirerek bir birimizin fikrini anlamak için bir vasıta temin etmek gereği vardı. Nazi rejiminde mebusların ne mevki vardır dememek için, Reihstag da işleri çok olup olmadığını sordum. Yorgunluktan şikayet etmedi. Fransızca olarak:
-Bizim yalnız bir hakkımız vardır, dedi ve cümlesini tamamlayarak, fikrini ifade edecek kelimeleri arar ve seçer gibi bir tereddüt vaziyeti aldı.
Bu tereddüt uzuyor, nazi mebusu bu yegane hakkın neden ibaret olduğunu anlatacak cümleyi bir türlü tertip ve ikmale muvaffak olamıyordu. Söyleşinin ilerleyebilmesi için, ona yardım etmek lüzumu artık hasıl olmuştu. Cümlesini, ben ikmal ettim:
Size teklif edilen şeylerin hepsini tasvip hakkınız vardır değil mi?dedim.
Kendisini bir zahmetten kurtardığıma memnun olmuş gibi, uzun uzun güldü. Fakat itiraz etmek bir görev idi.
-Hayır dedi, bu değil. Bizim bir imtiyazımız vardır, o da Führer'in söyleyeceği şeyleri herkezden bir hafta önce duymak imtiyazıdır.
Yüzüne baktım, gayet ciddi idi. Şaka eder gibi bir tavrı yoktu. Nasyonel Sosyalist mebuslarının Führer'in söyleyeceği şeyleri sekiz gün önce duyma imtiyazını haiz olduklarını öğrenince, bir merakı gidermek istedi. Führer 28 nisanda Roosevelt'in mesajına cevap verecekti. 28 Nisana sekiz gün kalmıştı. Nihayetinde bütün dünyanın merak ile beklediği bu cevabı nazi mensupları duymuş olmak imkanı bulmuş olacaklardı. Onun için:
O halde, rica ederim, dedim, anlatınız bana Führer 28 Nisanda ne söyleyecek?
Muhatabım kendi sözüne mülzem olmuş gibi kahkaha ile güldü:
-İşte yalnız bunu öğrenemedik, dedi.
Bu sefer karşılıklı güldük. Birimiz Milli Hakimiyet rejiminin mebusu, birimiz Nasyonal Sosyalizm'nin mebusu olmakla beraber, meslek karşıtı derhal kendini göstermiş ve arada bir teklifsizlik başlamıştı. Alman mebusu bana kendi rejimleri hakkında biraz izahat vermek istedi.
-Bizim Führer, dedi, nüfusunu, kudretini, otoritesini milletten almıştır. Fakat millete karşı mesul değildir.
Führer'in kimseye karşı mesuliyeti olmadığını bende biliyordum. Yalnız bunu felsefesini Nasyonal Sosyalistlerin ağzından dinlemek alakaya değerliydi. Cevap vermedim. Lakırtının sonunu dinliyor ve muhatabıma dikkatli dikkatli bakıyordum. Devam ettim:
-Bununla bereber, dedi, Führer'in büyük mesuliyeti vardır. Bu mesuliyet geçmiş insanlara karşı ve gelecek nesillere karşıdır. Mesuliyetin bu şekli hoşuma gitti:
-Böyle bir mesuliyeti bende kabul ederim dedim. Burada, muhatabım latife etmek istemedi:
-Yok, dedi, mesuliyet mevhumu iyi anlaşılırsa, tarihe karşı mesuliyetin çok ağır bir şey olduğunda şüphe edilemez.
-Sizin bu itikadınız var mı?
-Tabii.
-O halde, gerçekten bahtiyarsınız.
Muhatabım benim biraz 'sceptique' davrandığımı görünce, hafifçe içini çeker gibi oldu.
-Bu bir dindir, dedi. Onun içindir ki, Nasyonal Sosyalizm ihracat malı değildir. Artık bundan sonra hiç bir mübahase ve münakaşaya imkan kalmamıştı. Bir ' Amentü' karşısında akıl ve mantığa yer yoktu. Bunlar bir birleri ile anlaşma imkanı olmayan iki yabancı dil idiler. Yani tanıştığım meslektaşı imanın neşesi ve saadeti içinde rahatsız etmedim. Sustum.
Fakat içimden düşünüyordum. Alman milleti bu akıl ve mantığı, bütün rationalisme'i de inkar ederek, bütün insan haklarını, kendi haklarını çiğneyerek ve unutarak böyle bir imana sarılmak için ne kadar ıstırap çekmek, ne kadar ruhi ve ahlaki buhranlardan geçmiş olmak icap ederdi. Almanya etrafında çemberden bahsolunuyordu. Halbuki bu çemberi Alman milleti kendi eli ile yapmış, kendi eli ile ruhunun etrafında yükseltmiş ve bütün ümidi,sükun ve heyecanı ile buna sarılmıştı.
Ne dereceye kadar samimi idiler? Bu soruyu sormaya kendimde hak göremiyorum. Samimiyetlerinden şüphe etmek için ortada bir sebep yok. Hatta kendi ihtiyarlar ile kabul ettikleri fedakarlıklar, onların bu yeni iman uğrunda her türlü ıstıraba katlanmaktan acı bir zevk duyduklarına bir şahittir.
Devam edecek
Müşterek bir dostun yanında, bir Alman mebusu ile tanıştım. Nasyonal Sosyalizm ve mebus? Bu iki tabir arasında bir münasebet bulunacağını o kadar unutmuşuz ki, Berlin' de 'mebus' kelimesini işitince adeta hayret ettim. Bu ne çeşit bir mahluktur? Yeni tanıştığım zatın yüzüne merak ile baktım. Almanya da mebus, bu sanki arabanın beşinci tekerleği. Başka memleketlerde bile ne işe yaradığı tartışma götüren bu mahlukun nazi rejiminde mevki ne olabileceğini zihnim bir türlü almıyordu. Konuşmaya başladık. Fakat bu zor bir şeydi. Benim pek kıt Almancam ile onun çok çetrefil Fransızcasını bir araya getirerek bir birimizin fikrini anlamak için bir vasıta temin etmek gereği vardı. Nazi rejiminde mebusların ne mevki vardır dememek için, Reihstag da işleri çok olup olmadığını sordum. Yorgunluktan şikayet etmedi. Fransızca olarak:
-Bizim yalnız bir hakkımız vardır, dedi ve cümlesini tamamlayarak, fikrini ifade edecek kelimeleri arar ve seçer gibi bir tereddüt vaziyeti aldı.
Bu tereddüt uzuyor, nazi mebusu bu yegane hakkın neden ibaret olduğunu anlatacak cümleyi bir türlü tertip ve ikmale muvaffak olamıyordu. Söyleşinin ilerleyebilmesi için, ona yardım etmek lüzumu artık hasıl olmuştu. Cümlesini, ben ikmal ettim:
Size teklif edilen şeylerin hepsini tasvip hakkınız vardır değil mi?dedim.
Kendisini bir zahmetten kurtardığıma memnun olmuş gibi, uzun uzun güldü. Fakat itiraz etmek bir görev idi.
-Hayır dedi, bu değil. Bizim bir imtiyazımız vardır, o da Führer'in söyleyeceği şeyleri herkezden bir hafta önce duymak imtiyazıdır.
Yüzüne baktım, gayet ciddi idi. Şaka eder gibi bir tavrı yoktu. Nasyonel Sosyalist mebuslarının Führer'in söyleyeceği şeyleri sekiz gün önce duyma imtiyazını haiz olduklarını öğrenince, bir merakı gidermek istedi. Führer 28 nisanda Roosevelt'in mesajına cevap verecekti. 28 Nisana sekiz gün kalmıştı. Nihayetinde bütün dünyanın merak ile beklediği bu cevabı nazi mensupları duymuş olmak imkanı bulmuş olacaklardı. Onun için:
O halde, rica ederim, dedim, anlatınız bana Führer 28 Nisanda ne söyleyecek?
Muhatabım kendi sözüne mülzem olmuş gibi kahkaha ile güldü:
-İşte yalnız bunu öğrenemedik, dedi.
Bu sefer karşılıklı güldük. Birimiz Milli Hakimiyet rejiminin mebusu, birimiz Nasyonal Sosyalizm'nin mebusu olmakla beraber, meslek karşıtı derhal kendini göstermiş ve arada bir teklifsizlik başlamıştı. Alman mebusu bana kendi rejimleri hakkında biraz izahat vermek istedi.
-Bizim Führer, dedi, nüfusunu, kudretini, otoritesini milletten almıştır. Fakat millete karşı mesul değildir.
Führer'in kimseye karşı mesuliyeti olmadığını bende biliyordum. Yalnız bunu felsefesini Nasyonal Sosyalistlerin ağzından dinlemek alakaya değerliydi. Cevap vermedim. Lakırtının sonunu dinliyor ve muhatabıma dikkatli dikkatli bakıyordum. Devam ettim:
-Bununla bereber, dedi, Führer'in büyük mesuliyeti vardır. Bu mesuliyet geçmiş insanlara karşı ve gelecek nesillere karşıdır. Mesuliyetin bu şekli hoşuma gitti:
-Böyle bir mesuliyeti bende kabul ederim dedim. Burada, muhatabım latife etmek istemedi:
-Yok, dedi, mesuliyet mevhumu iyi anlaşılırsa, tarihe karşı mesuliyetin çok ağır bir şey olduğunda şüphe edilemez.
-Sizin bu itikadınız var mı?
-Tabii.
-O halde, gerçekten bahtiyarsınız.
Muhatabım benim biraz 'sceptique' davrandığımı görünce, hafifçe içini çeker gibi oldu.
-Bu bir dindir, dedi. Onun içindir ki, Nasyonal Sosyalizm ihracat malı değildir. Artık bundan sonra hiç bir mübahase ve münakaşaya imkan kalmamıştı. Bir ' Amentü' karşısında akıl ve mantığa yer yoktu. Bunlar bir birleri ile anlaşma imkanı olmayan iki yabancı dil idiler. Yani tanıştığım meslektaşı imanın neşesi ve saadeti içinde rahatsız etmedim. Sustum.
Fakat içimden düşünüyordum. Alman milleti bu akıl ve mantığı, bütün rationalisme'i de inkar ederek, bütün insan haklarını, kendi haklarını çiğneyerek ve unutarak böyle bir imana sarılmak için ne kadar ıstırap çekmek, ne kadar ruhi ve ahlaki buhranlardan geçmiş olmak icap ederdi. Almanya etrafında çemberden bahsolunuyordu. Halbuki bu çemberi Alman milleti kendi eli ile yapmış, kendi eli ile ruhunun etrafında yükseltmiş ve bütün ümidi,sükun ve heyecanı ile buna sarılmıştı.
Ne dereceye kadar samimi idiler? Bu soruyu sormaya kendimde hak göremiyorum. Samimiyetlerinden şüphe etmek için ortada bir sebep yok. Hatta kendi ihtiyarlar ile kabul ettikleri fedakarlıklar, onların bu yeni iman uğrunda her türlü ıstıraba katlanmaktan acı bir zevk duyduklarına bir şahittir.
Devam edecek
20 Ocak 2016 Çarşamba
Berlin intibaları 1939 7
SPOR SAHASINDA
Alman teknik ve dehasının muazzam bir eseri, gerçekten bir şaheser, düşünüş ve icra bakımından insanda hayranlık ve taktir hisleri uyandırıyor. Beden terbiyesi için bugün tasavvur ve tatbik edilebilecek bütün imkanları hep bir araya toplamış geniş ve muhteşem bir müessese.
Almanlar bununla pek haklı olarak iftihar edebilirler. Fakat bu modern spor sahasını Nasyonal Sosyalizm için bir reklam maddesi olarak ileri sürmeye bilmem hak var mı? Çünkü Alman milleti her zaman bu türlü icraat sahasında gerçekten medeniyetin en ileride yürüyen üyelerinden biriydi. O hangi rejimde olsa yeteneğini gösterecektir.
Otomobiller bizi idare binasını önüne bıraktı. Genç bir şef spor sahasını büyük maketi üstünde bize teşkilat hakkında umumi bir fikir verdikten sonra, her parçayı ayrı ayrı gezmeye başladık. İlkel, çimenler üstünde küçük bir çocuk grubu. Dört, beş yaşında çimenler arasında açmış çiçekler gibi tazelikli ve sevimli yavrular, bir güzel ablanın ve bir yeşil lalanın delaleti ile, oynuyorlar, sıçrıyorlar, koşuyorlar, yuvarlanıyorlar, daima bir hareket içinde daha o yaşta vücutlarını sertleştirmeye, çevikleştirmeye çalışıyorlar.
Şüphe yok ki, bu çocuklar, bir genç erkek ve genç kadın çağına gelinceye kadar bu beden terbiyesinin muhtelif şekillerine devam ederlerse, fizik bakımından çok ileri bir vücuda getirileceklerdir. Fakat bu terbiye benim esaslı bir nokta hoşuma gitmedi. Daha ilk adımdan itibaren, müstakbel Alman vatandaşları emir ve kumanda değilse de, herhalde sevk ve idare altında hareket etmeye alışıyorlar. Bu mini mini çocuklar bu çayırların üzerinde kendi bildikleri gibi, istedikleri gibi koşup gezmiyorlar, oynamıyorlar. Onlara yanlarında ki abla ve lala bir kumanda veriyor, bir kumandaya göre koşuyorlar, zıplıyorlar, tırmanıyorlar, emekliyorlar. Bu hareketlerle muhakkak ki, beden kuvvetleniyor. Fakat ruh da daima emir bekleyecek bir kabiliyet kasbediyor. Çocuk kendi kendiliğinden gelme bir hareket ne olduğunu anlayamıyor, bilemiyor, tatbik edemiyor. Oyunda bile emir ve kumanda. Bu çocukların kendi ruhlarından doğması lazım olan teşebbüs kuvveti nerede? Bu çocuklar büyük adam oldukları, sosyete içinde bir rol ifa etmeleri lazım geldiği zaman serbest düşünme, kararlaştırma ve hareket etme zembereğini nereden bulacaklar? Hayatın en tabii fiilleri olan bu hareketlerde bile grup halinde yaşamaya, bir şeften emir almaya ve ancak ondan sonra yatıp kalkmaya, gülüp koşmaya alışırlarsa bütün hayatlarınca bu itiyadı muhafaza etmeyecekler mi? Bunlar belki bir alet olacaklar, muhakkak bir sürü teşkil edecekler, ancak kumanda altında bir sürü iken bir kuvvet ve mana ifade eden bir varlık ifade edecekler. Fakat fert, hür, müstakil ve muhtar insan ne olacak? O nerede?
Zaten Almanlar öteden beri, bariz bir ferdiyet ile sivrilmek istememişlerdir. Onlarda daha ziyade toplu yaşama, sürü teşkil etme ruhu galip, onlarda şahsi teşebbüsten ve muhtar hareketten ziyade disiplin hakim, görenek ve itaat hakim. Şimdi bu terbiye çocuğu doğar doymaz yakalayıp pençesine geçirir, onu hayatın ilk senelerinden itibaren bir hamur gibi yoğurmaya başlarsa, bu suretle imal edilecek seri insanlar manevi bel kemiğinden mahrum kalmayacaklar mıdır? Bunlar daima eğilecek, daima emir ve işaret bekleyecek değil mi?
Nasyonal Sosyalizm belki kendi hesabına doğru hareket ediyor. Memlekette kendisine mutlak bir itaat hazırlatıyor. Fakat böyle bir malzemeden teşekkül etmiş bir sosyete binası, zahiri şekli itibarı ile ne kadar muazzam ve müthiş olursa olsun, gerçekte ufak bir psikolojik sarsıntı ile parçalanacak bir kütle değil midir? Nasyonal Sosyalizm için belki bir kuvvet ve temel teşkil edecek bu terbiye Alman milleti ve Alman vatanı için, bir tehlike olmayacak mıdır? Hangimizin haklı olduğumuzu ne onlar görecek, ne ben. Davayı istikbal halledecek.
Şimdi bir yüzme havuzundayız, üstü kapalı. Yüksek bir kuleden, kadın, erkek, bir kaç genç atlıyorlar. Sinemaların bizi alıştırdıkları bir sahne, gerçekten beyaz perdedekinden çok daha canlı ve heyecanlı. Fakat bu bir endişe ve korku heyecanı değil. Tamamen bedil bir heyecan. Kendisini boşluğa fırlatan genç kızın, suya doğru düşerken ve düşmeden biraz önce, öyle bir süzülmesi, öyle bir jesti ve hareketi var ki, zihnimde kim bilir nasıl bir fikir müjdesi ile bana birden bire Nedim'in gazellerini hatırlattı. Bu atlayışı seyrederken hemen hemen aynı zevki ve keyfi duydum. Bu bir benden hareketi değildi, gerçek bir şiir idi. Göz önünde yaşayan ve ruha en tatlı bir bedil heyecan veren bu şiir, canlanmış, belirlenmiş bir güzellik. Genç kızı da, delikanlısı da o kadar güzel atlıyorlar.
Havuzun içi bir curcuna ve alay. Otuz, kırk tane genç kız, müstakbel beden terbiyesi öğretmenleri, sular içinde oynaşmaya doyamıyorlar. Bu yetişmiyor gibi, bir de oyun icat etmişler. Havuzun kenarına, ayakları suya dönmüş halde sıra ile oturuyorlar. Birbirlerinin koluna giriyorlar, sonra en baştaki, tersine takla atar gibi bir hareketle, ayaklarını kaldırarak kendisini suya atıyor ve atarken yanındaki genç kızı, oda yanındakini sürüklüyor. Bir an içinde bütün bir gençlik dizisi, ipliği kopmuş bir inci gerdanlık gibi, sapır sapır havuza dökülüyor.
Berlin deki spor sahasının ihtiva ettiği harikalardan biride, şüphesiz, eski Yunan tiyatroları şeklinde vücuda getirdikleri açık sahnedir. Spor sahasının içinde dağınık bulunan muhtelif müesseselere gitmek için otomobile biniyorduk. Burası işte bu kadar geniştir.
Yolda giderken çimenler üstünde yer yer ritmik jimnastikler yapan genç kız takımlarına tesadüf ediyorsunuz. Her takımın elinde elinde top vs. gibi ayrı bir küçük alet var. Bunları havaya atarak ve kaparak hareket ederken, bedenleri ile de manzum kımıldamalar yapıyorlar. Açık havadaki bu beden terbiyelerine büyük ve kapalı salonlarda daha kuvvetli tekrarlatarak alıştırmalar, koşuşmacalar ve şıçramalarda refakat ediyor. Bu manzaralar sizi eski Yunan tiyatrosunun hasıl ettiği tesire iyice hazırlar, derhal zihninizde eski Hellade'in hatıra ve hülyaları uçurmaya başlar.
Biz amfi tiyatroların en üst tabakasında bulunuyorduk. Bütün tiyatro binası, dairevi bir şekilde aşağı vadiye doğru iniyor ve ayaklarımızın altında kalıyordu. Yaklaştığımız zaman, berrak, ta kulaklarımızın dibinde, bir musiki havası başladı. Bu aşağıda, açık sahnenin arkasında ki düz ve örtülü yerden çıkıyor, büyük bir teknik başarı olarak muazzam tiyatronun her tarafına kadar aynı aynı kuvvet ve temizlik ile yayılıyordu. Sedanın aksi tertibatını bu kadar mükemmel idare etmişlerdi. Vadinin karşısına ağaçlı ve dik bir meyille tesadüf etmiş tepeyi süsleyen çamlar ve muhtelif ağaçlar manzaranın romantik ruhunu bütün bütün kuvvetlendirmişti. Tiyatro ve sahne bomboş olsa bile, yalnız şu kır manzarası, yalnız bu peyzaj gözü ve ruhu okşamaya kafi bir heyeti mecmua husule getiriyordu.Halbuki gözünüzün önünde, eski zamanlardan kopup gelmiş hala diri bir hayat sahnesi sizi lakayit bırakamıyor. Mazi ile hal bir birine karışıyor, içinizde muhtelif cereyanlardan mürekkep bir kasırga zıt düşünceler ve hislerle sizi sarsıyor.
Nasyonal Sosyalizm eski Yunanistan'dan bir tiyatro binasını alıyor. Fakat ne gariptir ki o Yunan medeniyetinin kurduğu temeli yıkıyor. Naziler Yunanistan'da yalnız Ispartalıları gördüler ve onları şimdi kuzeyli ırkta diriltmek ve temsil etmeye kalktılar. Halbuki Yunanistan'ın yaşayan ve bugünkü garp dünyasını vücuda getiren felsefesi, kültürü, medeniyeti, Atina kültürüdür, ferde kıymet veren, hürriyeti ideal bilen Atina'dır. İnsanları bir alet halinde devletin kölesi yapan Isparta değil. Nasyonal Sosyalizm Yunan medeniyetini de kuzeylilerin eseri addediyor. Böyle olsa bile, Yunan medeniyeti Atina medeniyetidir ve Atina medeniyeti bugün Nasyonal Sosyalizm'in inkar ettiği hür ve müstakil insandır. O eski ve ölmez Atina'nın buraya yalnız şeklini ve zavahirini almışlar. On binlerce kişiye rahat rahat yer veren, en uçtaki noktalarına varıncaya kadar sahnenin bütün seslerini, modern teknik başarısı ile işittiren bu Yunan tiyatrosunda Nasyonal Sosyalizm seyircilere hangi dil ile hitap edecek ve ne söyleyecek? Bu fikir ve sanat mabet'inin içinde, fikir ve sanatı yaratan Atina ruhuna lanet okumak için bu kadar masrafa ve zahmete ne lüzum vardı?
Oradan binicilik talimlerine tahsis edilen kısma gittik. Oradan, büyük gösteriler için hazırlanmış ucu bucağı bulunmaz meydana gittik. Yüz bin seyirciyi sinesinde toplayan bu muazzam bina, yirminci asrın beden terbiyesine verdiği önemi temsil eden bir abidedir, Nasyonal Sosyalizm Almanya'nın taptığı kuvvet için inşa edilmiş bir mabettir. Eğer beden kuvvetini temin için sarf olunan bu emekler, göze alınan bu fedakarlıklar, düşünme güçleri ve ruhun hür gelişmesini temine hizmet edilecek hamlelerle bir arada yürüseydi, hiç şüphe yok ki, Almanya insan medeniyetinin en önünde koşan, büyük bir mücahit sıfatı ile bizim derin hürmetlerimize ve hayranlıklarımıza hak kazanmış olurdu, dünyanın en ileri, en medeni, en yüksek kavmi sayılırdı.
Fakat, ne yazık ki Alman yalnız maddi kuvvete önem veriyor. Fikir istemiyor, Hür ruhlu insana tahammül etmiyor. Burada düşündüğünü söylemek, şahsiyet sahibi olmak, bir fert ve insan olarak yaşamak bir kabahat değil bir cinayet.
Doğacaksınız, emir altında Nasyonal Sosyalizm'in istediği tarzda büyüyecek, yaşayacak ve hareket edeceksiniz. İstediğiniz kadar kuvvetlenebilirsiniz. Koşacak, şıçrıyacak, tırmanacak, koparacak, kıracak, ezecek, çiğneyecek, yakacak, bombalayacak ve öldüreceksiniz, fakat düşünmeyeceksiniz, yalnız itaat edeceksiniz. Kendinizin bir insan olduğunuzu hatırlamayacaksınız. Siz dünyanın en müthiş ve korkunç bir kuvvet makinesi tertibatı içinde değersiz ve kıymetsiz küçük bir çarksınız. Bütün kıymet ve ehemmiyet heyeti mecmuanın dır, fertleri bir ifrit gibi yutan o korku verici makinenindir ve o makine de bir diktatörün keyfinin hizmetkarıdır.
Devam edecek
Alman teknik ve dehasının muazzam bir eseri, gerçekten bir şaheser, düşünüş ve icra bakımından insanda hayranlık ve taktir hisleri uyandırıyor. Beden terbiyesi için bugün tasavvur ve tatbik edilebilecek bütün imkanları hep bir araya toplamış geniş ve muhteşem bir müessese.
Almanlar bununla pek haklı olarak iftihar edebilirler. Fakat bu modern spor sahasını Nasyonal Sosyalizm için bir reklam maddesi olarak ileri sürmeye bilmem hak var mı? Çünkü Alman milleti her zaman bu türlü icraat sahasında gerçekten medeniyetin en ileride yürüyen üyelerinden biriydi. O hangi rejimde olsa yeteneğini gösterecektir.
Otomobiller bizi idare binasını önüne bıraktı. Genç bir şef spor sahasını büyük maketi üstünde bize teşkilat hakkında umumi bir fikir verdikten sonra, her parçayı ayrı ayrı gezmeye başladık. İlkel, çimenler üstünde küçük bir çocuk grubu. Dört, beş yaşında çimenler arasında açmış çiçekler gibi tazelikli ve sevimli yavrular, bir güzel ablanın ve bir yeşil lalanın delaleti ile, oynuyorlar, sıçrıyorlar, koşuyorlar, yuvarlanıyorlar, daima bir hareket içinde daha o yaşta vücutlarını sertleştirmeye, çevikleştirmeye çalışıyorlar.
Şüphe yok ki, bu çocuklar, bir genç erkek ve genç kadın çağına gelinceye kadar bu beden terbiyesinin muhtelif şekillerine devam ederlerse, fizik bakımından çok ileri bir vücuda getirileceklerdir. Fakat bu terbiye benim esaslı bir nokta hoşuma gitmedi. Daha ilk adımdan itibaren, müstakbel Alman vatandaşları emir ve kumanda değilse de, herhalde sevk ve idare altında hareket etmeye alışıyorlar. Bu mini mini çocuklar bu çayırların üzerinde kendi bildikleri gibi, istedikleri gibi koşup gezmiyorlar, oynamıyorlar. Onlara yanlarında ki abla ve lala bir kumanda veriyor, bir kumandaya göre koşuyorlar, zıplıyorlar, tırmanıyorlar, emekliyorlar. Bu hareketlerle muhakkak ki, beden kuvvetleniyor. Fakat ruh da daima emir bekleyecek bir kabiliyet kasbediyor. Çocuk kendi kendiliğinden gelme bir hareket ne olduğunu anlayamıyor, bilemiyor, tatbik edemiyor. Oyunda bile emir ve kumanda. Bu çocukların kendi ruhlarından doğması lazım olan teşebbüs kuvveti nerede? Bu çocuklar büyük adam oldukları, sosyete içinde bir rol ifa etmeleri lazım geldiği zaman serbest düşünme, kararlaştırma ve hareket etme zembereğini nereden bulacaklar? Hayatın en tabii fiilleri olan bu hareketlerde bile grup halinde yaşamaya, bir şeften emir almaya ve ancak ondan sonra yatıp kalkmaya, gülüp koşmaya alışırlarsa bütün hayatlarınca bu itiyadı muhafaza etmeyecekler mi? Bunlar belki bir alet olacaklar, muhakkak bir sürü teşkil edecekler, ancak kumanda altında bir sürü iken bir kuvvet ve mana ifade eden bir varlık ifade edecekler. Fakat fert, hür, müstakil ve muhtar insan ne olacak? O nerede?
Zaten Almanlar öteden beri, bariz bir ferdiyet ile sivrilmek istememişlerdir. Onlarda daha ziyade toplu yaşama, sürü teşkil etme ruhu galip, onlarda şahsi teşebbüsten ve muhtar hareketten ziyade disiplin hakim, görenek ve itaat hakim. Şimdi bu terbiye çocuğu doğar doymaz yakalayıp pençesine geçirir, onu hayatın ilk senelerinden itibaren bir hamur gibi yoğurmaya başlarsa, bu suretle imal edilecek seri insanlar manevi bel kemiğinden mahrum kalmayacaklar mıdır? Bunlar daima eğilecek, daima emir ve işaret bekleyecek değil mi?
Nasyonal Sosyalizm belki kendi hesabına doğru hareket ediyor. Memlekette kendisine mutlak bir itaat hazırlatıyor. Fakat böyle bir malzemeden teşekkül etmiş bir sosyete binası, zahiri şekli itibarı ile ne kadar muazzam ve müthiş olursa olsun, gerçekte ufak bir psikolojik sarsıntı ile parçalanacak bir kütle değil midir? Nasyonal Sosyalizm için belki bir kuvvet ve temel teşkil edecek bu terbiye Alman milleti ve Alman vatanı için, bir tehlike olmayacak mıdır? Hangimizin haklı olduğumuzu ne onlar görecek, ne ben. Davayı istikbal halledecek.
Şimdi bir yüzme havuzundayız, üstü kapalı. Yüksek bir kuleden, kadın, erkek, bir kaç genç atlıyorlar. Sinemaların bizi alıştırdıkları bir sahne, gerçekten beyaz perdedekinden çok daha canlı ve heyecanlı. Fakat bu bir endişe ve korku heyecanı değil. Tamamen bedil bir heyecan. Kendisini boşluğa fırlatan genç kızın, suya doğru düşerken ve düşmeden biraz önce, öyle bir süzülmesi, öyle bir jesti ve hareketi var ki, zihnimde kim bilir nasıl bir fikir müjdesi ile bana birden bire Nedim'in gazellerini hatırlattı. Bu atlayışı seyrederken hemen hemen aynı zevki ve keyfi duydum. Bu bir benden hareketi değildi, gerçek bir şiir idi. Göz önünde yaşayan ve ruha en tatlı bir bedil heyecan veren bu şiir, canlanmış, belirlenmiş bir güzellik. Genç kızı da, delikanlısı da o kadar güzel atlıyorlar.
Havuzun içi bir curcuna ve alay. Otuz, kırk tane genç kız, müstakbel beden terbiyesi öğretmenleri, sular içinde oynaşmaya doyamıyorlar. Bu yetişmiyor gibi, bir de oyun icat etmişler. Havuzun kenarına, ayakları suya dönmüş halde sıra ile oturuyorlar. Birbirlerinin koluna giriyorlar, sonra en baştaki, tersine takla atar gibi bir hareketle, ayaklarını kaldırarak kendisini suya atıyor ve atarken yanındaki genç kızı, oda yanındakini sürüklüyor. Bir an içinde bütün bir gençlik dizisi, ipliği kopmuş bir inci gerdanlık gibi, sapır sapır havuza dökülüyor.
Berlin deki spor sahasının ihtiva ettiği harikalardan biride, şüphesiz, eski Yunan tiyatroları şeklinde vücuda getirdikleri açık sahnedir. Spor sahasının içinde dağınık bulunan muhtelif müesseselere gitmek için otomobile biniyorduk. Burası işte bu kadar geniştir.
Yolda giderken çimenler üstünde yer yer ritmik jimnastikler yapan genç kız takımlarına tesadüf ediyorsunuz. Her takımın elinde elinde top vs. gibi ayrı bir küçük alet var. Bunları havaya atarak ve kaparak hareket ederken, bedenleri ile de manzum kımıldamalar yapıyorlar. Açık havadaki bu beden terbiyelerine büyük ve kapalı salonlarda daha kuvvetli tekrarlatarak alıştırmalar, koşuşmacalar ve şıçramalarda refakat ediyor. Bu manzaralar sizi eski Yunan tiyatrosunun hasıl ettiği tesire iyice hazırlar, derhal zihninizde eski Hellade'in hatıra ve hülyaları uçurmaya başlar.
Biz amfi tiyatroların en üst tabakasında bulunuyorduk. Bütün tiyatro binası, dairevi bir şekilde aşağı vadiye doğru iniyor ve ayaklarımızın altında kalıyordu. Yaklaştığımız zaman, berrak, ta kulaklarımızın dibinde, bir musiki havası başladı. Bu aşağıda, açık sahnenin arkasında ki düz ve örtülü yerden çıkıyor, büyük bir teknik başarı olarak muazzam tiyatronun her tarafına kadar aynı aynı kuvvet ve temizlik ile yayılıyordu. Sedanın aksi tertibatını bu kadar mükemmel idare etmişlerdi. Vadinin karşısına ağaçlı ve dik bir meyille tesadüf etmiş tepeyi süsleyen çamlar ve muhtelif ağaçlar manzaranın romantik ruhunu bütün bütün kuvvetlendirmişti. Tiyatro ve sahne bomboş olsa bile, yalnız şu kır manzarası, yalnız bu peyzaj gözü ve ruhu okşamaya kafi bir heyeti mecmua husule getiriyordu.Halbuki gözünüzün önünde, eski zamanlardan kopup gelmiş hala diri bir hayat sahnesi sizi lakayit bırakamıyor. Mazi ile hal bir birine karışıyor, içinizde muhtelif cereyanlardan mürekkep bir kasırga zıt düşünceler ve hislerle sizi sarsıyor.
Nasyonal Sosyalizm eski Yunanistan'dan bir tiyatro binasını alıyor. Fakat ne gariptir ki o Yunan medeniyetinin kurduğu temeli yıkıyor. Naziler Yunanistan'da yalnız Ispartalıları gördüler ve onları şimdi kuzeyli ırkta diriltmek ve temsil etmeye kalktılar. Halbuki Yunanistan'ın yaşayan ve bugünkü garp dünyasını vücuda getiren felsefesi, kültürü, medeniyeti, Atina kültürüdür, ferde kıymet veren, hürriyeti ideal bilen Atina'dır. İnsanları bir alet halinde devletin kölesi yapan Isparta değil. Nasyonal Sosyalizm Yunan medeniyetini de kuzeylilerin eseri addediyor. Böyle olsa bile, Yunan medeniyeti Atina medeniyetidir ve Atina medeniyeti bugün Nasyonal Sosyalizm'in inkar ettiği hür ve müstakil insandır. O eski ve ölmez Atina'nın buraya yalnız şeklini ve zavahirini almışlar. On binlerce kişiye rahat rahat yer veren, en uçtaki noktalarına varıncaya kadar sahnenin bütün seslerini, modern teknik başarısı ile işittiren bu Yunan tiyatrosunda Nasyonal Sosyalizm seyircilere hangi dil ile hitap edecek ve ne söyleyecek? Bu fikir ve sanat mabet'inin içinde, fikir ve sanatı yaratan Atina ruhuna lanet okumak için bu kadar masrafa ve zahmete ne lüzum vardı?
Oradan binicilik talimlerine tahsis edilen kısma gittik. Oradan, büyük gösteriler için hazırlanmış ucu bucağı bulunmaz meydana gittik. Yüz bin seyirciyi sinesinde toplayan bu muazzam bina, yirminci asrın beden terbiyesine verdiği önemi temsil eden bir abidedir, Nasyonal Sosyalizm Almanya'nın taptığı kuvvet için inşa edilmiş bir mabettir. Eğer beden kuvvetini temin için sarf olunan bu emekler, göze alınan bu fedakarlıklar, düşünme güçleri ve ruhun hür gelişmesini temine hizmet edilecek hamlelerle bir arada yürüseydi, hiç şüphe yok ki, Almanya insan medeniyetinin en önünde koşan, büyük bir mücahit sıfatı ile bizim derin hürmetlerimize ve hayranlıklarımıza hak kazanmış olurdu, dünyanın en ileri, en medeni, en yüksek kavmi sayılırdı.
Fakat, ne yazık ki Alman yalnız maddi kuvvete önem veriyor. Fikir istemiyor, Hür ruhlu insana tahammül etmiyor. Burada düşündüğünü söylemek, şahsiyet sahibi olmak, bir fert ve insan olarak yaşamak bir kabahat değil bir cinayet.
Doğacaksınız, emir altında Nasyonal Sosyalizm'in istediği tarzda büyüyecek, yaşayacak ve hareket edeceksiniz. İstediğiniz kadar kuvvetlenebilirsiniz. Koşacak, şıçrıyacak, tırmanacak, koparacak, kıracak, ezecek, çiğneyecek, yakacak, bombalayacak ve öldüreceksiniz, fakat düşünmeyeceksiniz, yalnız itaat edeceksiniz. Kendinizin bir insan olduğunuzu hatırlamayacaksınız. Siz dünyanın en müthiş ve korkunç bir kuvvet makinesi tertibatı içinde değersiz ve kıymetsiz küçük bir çarksınız. Bütün kıymet ve ehemmiyet heyeti mecmuanın dır, fertleri bir ifrit gibi yutan o korku verici makinenindir ve o makine de bir diktatörün keyfinin hizmetkarıdır.
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)