31 Ocak 2016 Pazar

Türkçe Şiir Denemesi Çakır Keyif 1926

Bugün daha değişik bir şey paylaşmak istedim. Bilindiği üzere Türkçe yazı ve yazılar hayatımıza 1930 senesinde girmiştir. Harf devrimi ise 1928 de kabul edilmiştir. Ama  insanlar bununla ilgili sanırım yer yer denemeler yapmışlar. 1926 senesinde de Türkçe şiir denemesi yapılan bir yazıyı sizinle paylaşmak istedim. İzler dergisin de yapılmış olan bu deneme oldukça sevimli ve ilgi çekici. Umarım beğenirsiniz.
Şiirin adı Çakır keyif deneme olarak oldukça ilginç ama güzel tarafı yeni bir dille  tanışmaya çalışmanın verdiği duygular olmalı.  Burada Osmanlıca'dan çevrilmeye çalışılmış. Ve anlaşılması zor ve karmaşık olmuş. Bugün baktığımızda büyük bir devrime imza atılmıştır. Harf devriminde emeği geçen bütün aydın insanları saygı ile anıyorum.

30 Ocak 2016 Cumartesi

Giresun Lisesinin Tiyatro Tarihine Dair Anımsamalar

Giresun Lisesinin Giresun için değişik özel bir yeri vardı. Bu nedenle bugünde sizinle Aksu dergisinde yayınlanmış olan Giresun'da İlk lise tiyatrosunu oynama ayrıcalığına sahip olan lisenin oynadığı oyunlarla ile ilgili bir konuyu paylaşmak istedim. (1946) Umarım beğenirsiniz.


 LİSELİ GENÇLERİN 'PAYDOS' TEMSİLİ
Yıllardan beri hülyasını kurduğu lisesine kavuşan memleketimiz, zaman zaman bu kültür yuvasını faaliyetleri ile ruhlarındaki sanat ve gösteri ihtiyacının tatmin edildiğini görerek haklı ve gerçek gurur duymaktadır. Azimli yürüyüşleri, sağlam vücutları ile milli merasimlerde samimi alkışlar toplayan onlar, resim-amatör sergisinde en çok eserleri veren, dereceyi tutan onlar, müzik kurallarında ruhumuza hitap eden onlar, halk evi kürsüsünde onlar, nihayet sahnemizde onlar...Halk evleri kürsüsünde, onlar, nihayet sahnemizde onlar.
Üç sene gibi kısa bir tarihi olan lisemiz, memleket kültürü ve sanat hayatına karışmış hatta, önderlik ödevini yüklenmiştir denilse hiç mübalağa olmaz. Bu yıl ilk mezunlarını verecek olan bu yuva, bize ilk sene Müfettiş, ikinci sene Jul Sezar ve Cimri, bu senede Paydos piyesini temsil etmekle eşsiz birer sanat hayatı yaşatmışlardır.
İstanbul ve Ankara gibi sanat hayatının en yüksek mertebeye ulaştığı şehirlerde aylarca temsil edilen Cevat Fehmi'nin Paydos'u, liseli gençlerimiz tarafından başarı ile temsil edilmiştir. İlk mezunların veda müsameresi mahiyetinde olan temsil, edebiyat kolundan Orhan Akman'ın aşağıdaki konuşması ile başlamıştır.
Sayın büyüklerim, aziz yurttaşlarım,
Okulumuzun bu sene oynayacağı Paydos piyesinin temsili işi omuzlarımıza yüklenmiş bulunuyor.. Aylardan beri Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerinde şehir tiyatrolarında yüzlerce defa oynatılan bu rekor kırıcı yerli piyesin, Giresunumuzda da görülmesini arzu ettik. Halkın, yani bütün Türk milletinin binlerce zevk sürecinden geçirdiği, çok alkışladığı, beğendiği Paydos, Türk edebiyatının ölmezleri arasına geçmiş demektir.
 Okul, Öğretmen, Öğrenci sevgisini, realitenin tok ve gür sesiyle, bütün incelik ve kutsiyeti ile bir kere daha tattırmış olan Paydos, hususiyetle eğitim öğretim ilgililerini yeniden büyülemiştir. Bu eseri oynamakla biz öğrenciler bilseniz ne kadar bahtiyarız. Giresun da ilk defa sahneye konulan bu taptaze mahalli şah eserin yazarı Cevdet Fehmi'ye selam ve saygılarımız tekrarlamayı borç biliriz. Paydos'u oynarken ortaya çıkan daima muhtemel kusurlarımızı bizim amatörlüğümüze , başarıları - cüz-i de olsa- piyesin kahramanı Mürteza beylerin, öğretmenlerimizin hesabına kaydetmelisiniz. Çünkü baştan sona kadar ilgi ile takip edeceğinizden şüphemiz olmayan rollerimiz de, öğretmenlerimizin eli, ruhu vardır. Biz her şeyi zaten Mürteza beylerden öğretmenlerden öğrenmedik mi?
Bugün lisenin son sınıfındayız, iki ay sonra Giresun lisesinin ilk mezunları olacağız. Yarın üniversiteye, öbür gün hayat okulunun girdaplarına katılacağız. Bir veda müsameresi duygusunu da vermek istediğimiz temsilde sizlere, öğretmenlerimize ve bütün öğrenci arkadaşlarımıza on bir senelik çalışma, didinme, nihayet - takdir buyurulursa- bir çok külfetlerin hizmetleri mahsulü olgunlaşmaya başlayan meyvelerimiz den tattırmak halis düşüncesi ile burada toplandık. Dekorlarımız kusurlu, hareketlerimiz nahoş dahi olsa, onlar dillerde, gönüllerde bir zevk ve heyecan bırakacaktır. Bu bizim için en büyük kazanç ve bahtiyarlıktır.
 Muhterem büyüklerimiz, huzurlarınızla bizlere şeref ve cesaret veriyorsunuz. Hepimiz en derin şükranlarımız sunar ve bütün kalbimizle sizleri selamlarız.
 Eserde bilhassa Hatice hanım rolünde Güner Türkistanlı, Mürteza rolünde Erkol Baysa, Hacı Hüsamettin rolünde Sacit Karaibrahimoğlu dikkati çekmişler. Ayşe rolünde Nevin Aydar, Balıkçı Ahmet rolünde Hilmi ok, Muhtar rolünde Kemal Öztürk, Ömer rolünde Sıtkı Köyhan ve İbrahim rolünde Nihat Ongun rollerini gerçekten seyircilere yaşatmışlar, diğer rollerdeki Haluk Okay, Niyazi Ünver, Orhan Başaran, Nevzat Şensoy, Yurdanur Alaeddinli, Kamile Barda ve Yunus Atalay da rollerini mahiyetini kavrayarak yapmışlar ve başarılı olmuşlardır.
 Perde aralarında gerek okul korosu, gerekse öğrenciler tarafından okunan triyo ve solo şarkılar, dinleyiciler üzerinde daha değişik tesirler yapmış, gençlerimizin sanat gecesine başka bir orjinalite katmıştır. Liseli gençlerimizi tebrik eder ve gelecek nesillerden de ağabeyleri gibi, bize sanat alemleri yaşatmalarını bekleriz.
 Eserin hazırlanmasında bazı mahrumiyetlere rağmen azimli çalışmaları ile güçlükleri yenerek gençlerin başarılarını temin eden değerli lise müdürü Bekir Bey, edebiyat öğretmeni Lütfü Güngör'ü ve baş yardımcı Celal Tümay' tebrik etmeyi borç biliriz.

 Bir konuyu daha paylaşmadan geçemeyeceğim kısaca da olsa oda

 İLK MEZUNLARIN HATIRLATTIKLARI
 Bu yazıyı Muharrem Tekdal yazmış bulunmaktadır.
 Giresun lisesi ilk mezunlarını verdi, heberini gazetede okuyunca, sonsuz sevincim yanında, düşlerim, bilmem neden, gelecekten ziyade, geçmişlerde dolaştı. Yıllara ve olaylara, gözlerimin önünde geçit resmi yaptırdım. Fakat yılların gerçek dolgunluğu nerede? Geleceğin aydınlığının içli şairi Celal Sahir, ölüm döşeğinde iken, benim şu aradaki duygumu en güzel ifade etmiş ' elli iki yıl geçti  elli iki gün gibi.' Evet geçen on iki yıl, on iki günden farklı değildir. ruhumda bir anada yılları içiverdim sanki ve kendimi, o günlerin benlerinden farklı görmedim.
 Fakat hey hat... Realite, peşimi bırakmıyor mu ki durmadan yüzüme haykırıyor 'Ey gafil, kendini göremiyorsan, hiç olmazsa, beni gör.' Gerçekten 1937 yılında, ilk sınıflarda okuduğum ve çocukluğun bütün temiz ve samimiliğini taşıyan çehrelerini, şu anda da görür gibi olduğum övgüye değer nefesler, övgüye değer maçular, Nahit Bilginler, Emin Turgutalpler, Halit, İsmail Çamurlar, Şeref Uzunkayalar, şimdi ya hayata atılmış yahut atılmak üzere olan birer delikanlı dırlar. Hatta bugün o kültür ocağının ilk mezunları olmak bahtiyarlığına erenlerden Rıfat Akın, Ahmet Uçak, Özdemir Aras, Şükrü Düdükçü, Yunus Atalay, Ali Işık, Temel Kaptan, şüphesiz altı yıl önceki - kelimenin tam manası ile- çocuk değillerdir. Onlar bize gerçeği en doğru aksettiren aynalardır.
Neye saklamalı, biz öğretmenler, gittikçe olgunlaşan bu meyvelerle duyacağımız gurura bir parçada hüzün katmaktan kendimizi alamayız. Öyle bir hüzün ki:
 Eteklerde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.. diyen Haşim'in hüznünden daha beter bir hüzün. Şahsımdan ötürü duyduğum hüzün bir taraf, bu haberle asıl o cennet beldeye ait yıllanmış dertlerim depreşti. Gözlerimin önünden, yıllar boyunca sınıf sınıf, dönem dönem, öğrenci hayalleri geçti. İçim burkuldu ve gözlerim doldu.
Çünkü 1946 yılına kadar, her yıl beş on yeteneklinin acısı yüreğimizde çöreklenip yerleşmişti. Yıllarca lise sizlik yüzünden nice pırlanta zekaları gözleri yaşlı köylerine yolladık. Dünyada hiç bir azap, sevgili vatandaşlarım, bunun azabından çökertici değildir. Bunu dile getirmek ne mümkün.... aslında biraz daha devamı var sadece kısaca değindim oda Lisenin önemini kavratmak için...

 Birde kısaca Lisede Müsamere ile ilgili kısa bir yazıyı paylaşmak istiyorum yarım kalmasın....

LİSEDE MÜSAMERE
 Lise öğrencileri bu yıl Molyer'in ' Kibarlık Budalası'nı temsil ettiler. On yedinci yüzyılın Fransasının dahi komedi yazarı beşeri zaafları yakalamakta ve kuvvetli tipler halinde sahneye koymakta eşsizdir. ( Cimri, Misantrop, Zoraki hekim vs.) Kibarlık Budalası da bunlardan biridir.
 Burjuva yanı esnaf olan Mösyö Jourdain beyzade olmak kibarlaşmak için türlü gülünçlüklere düşmeyi göze alır. Eser bu esas tip etrafında dönerse de bu kuvvetli karekteri canlandırmaya yarayan yardımcı rollerde vardır. ( Züppe, Kont, Dans, silah ve felsefe hocaları gibi) Molyer bu eserinde kibar beyzadeler le alay ediyor. Bizce bu eser oyunların amatör ve profesyonel oluşuna göre tenkit edilmelidir. Tiyatroyu kendine meslek edinmiş sanatçılar yanında derslerinden ayırdığı zamanı harcayarak sahneye çıkan öğrencilerin mütevazi başarısı çok şey ifade eder.
Mösyö Jourden rolünde Ahmet Tirali zaman zaman rolünün havasından taşmalar göstermekle beraber fevkalade idi. Hiç bir zaman rolün ağırlığı altında ezilmedi. Madam Jourder rolündeki Manije Bilgin rolünün havasına hiç girememişti. Eserdeki sakin ve olgun kadın yerine, sinirli kelimeleri ağzında yutan aceleci bir tiple karşılaştık. Sakin konuştuğu zamanlar iyi idi. Dans hocası tipi rolüne uygun değildi. Fakat Orhan Bilgin bu engeli anlayışılı oyunu ile yenmesini bildi. Eserin en kıymetli sanatçısı Felsefe öğretmeni rolünde Recai Yanıkömer'di. Ses tonu, ağır başlı hali. sakin edası gerçekten rolünü çok iyi kavradığını gösteriyordu. Hele ' Seneka'nın gazaba dair hikemi (şiir türü) eserini okumadınız mı?diye başlayan konuşması çok güzeldi. Kont, inandırıcı konuşması, züppe haliyle, Mariz ince yapısı masumluğu ile vazifelerini yaptılar.
Dekorlar fena değildi. Bilhassa kostümler eldeki imkanlara göre gayet güzeldi. Emek harcandığı ilk bakışta belli oluyordu. Ayrıca kaydetmeden geçemeyeceğim bir noktada salondaki düzen ve nezaket havası idi. Bu bakımdan görevli arkadaşları takdir etmemek elde değil.
Bir okul çerçevesinde yapılan iş küçümsenemez. Çocuklar ve öğretmenler başarı kazanmışlardır. Tebrik ederiz.

 Bir lise hikayesi, benimde görev yaptığım ve tiyatro ile orada tanıştığım Giresun Lisesi inişleri çıkışları ile gerçekten kendine özel bir yönü olan okuldur. 
 Görev yaptığım sırada iz bırakan bazı renkli öğretmenleri bende paylaşmadan geçemeyeceğim. Cin Yusuf'u, fıkraları ile meşhur Halit Konar'ı, kedileri ile meşhur Semih Hattatoğlu'nu, tiyatrosunu yeniden ayağa kaldırmakta emeği olan müdürü Ertuğrul Tosunoğlu'nu, bunda katkısı bulunan tiyatro aşığı Şaban Karakaya'yı, izcilikte çığır açmış olan Yaşar Ünal'ı,  birde ablam gibi sevdiğim Emine Bıçakcı'yı ve diğer renkli simalarımız. 
 Gerçekten yazmakla bitmeyecek bir kadar renkli ve değerli insanları barındıran okul. Orada tiyatro ile tanışıp bugün konservatuara giderek tiyatro hayatına atılmış öğrencilerimizden Serkan Yakan'ı, Mustafa Çolakoğlu'nu, çok başarılı olmasına karşın başka bir hayata atılan ama içinde tiyatro aşkı hiç sönmeyen İbrahim Haluk Alioğlu'nu ve nicelerini... 
 Eminim her okulun kendine has bir rengi vardır.  Ve birde tüm öğrencilerin 'eşek co' adını verdikleri okula yakın kaçma yeri. 
 Ben sadece Anadolu'da okuldan çok bir aile havasında olan ve çoğu insanda özel bir yer tutan bir okul hikayesini anlatmak istedim. Nice okullar vardır böyle eminim. İsmini yazmadığım çok arkadaşım olduğunu biliyorum ama inanın oda kendine has bir öykü olduğu için sadece kısaca değinmek istedim. Bu nedenle onlardan özür diliyorum.
 Sevgi ve saygı ile kalın..

29 Ocak 2016 Cuma

Giresun Şairi Can Akengin'le 'Giresun'da Eski Tiyatrolar' 1926

Bugünde Giresun şairi Can Akengin'in 1 haziran 1926 yılında İzler dergisine yazmış olduğu Giresun da Eski Tiyatrolar adlı yazısını paylaşayım dedim. Umarım beğenirsiniz.

 -Sanki siz gitmediniz mi?
 -Giderdik, giderdik ama ' peçeli kadınlar', 'paki damenler', 'seksen günde devir alemler', gibi 'müthiş cani dramları' ve ' yeni yeni kantoları' görmek için değil.
 -Ya.
- Halkı, bilhassa üçüncü mevkide kileri seyretmek amacıyla.-......Evet loca mızı daima onları görebilecek taraftan seçerdik. Sahne, parterden fışkıran, tavandan yanan ışık tufanı içinde canlanan peyzajı, can yakan aşiftesi ile göz alır, gönül avlarken bizi,-Selahaddin, Şükrü, ben yalnız üçüncü mevki ile alakadar olurduk.
Onların çoğunu köy bıçkınları teşkil ederdi. Ve tahta sedirlere öyle dik, öyle bir tuhaf dizilişleri...Birbirlerini dürten dirsekleri, eğilip fısıldaştıkları öyle acayip bir gizli işler vardı ki...bayılırdık. Dilberlerin çeşit çeşit boyaları, marifeti...Dolgunluğu, yığın yığın göğüs vatkaları ile arşın arşın baldır bantlarının malı olan sahne sürtüklerine dikilen dikilen o yağlı bakışların, keskinliği, aç gözlülüğü, hart hart ısırganlığı ne idi,
 Yarabbi....Bütün tiyatro halkı efeliğin efesin den daha çok fettan rakının gıdıklayıp kuruttuğu ahlara, oflara, çılgın bir şehvet kasırgasına tutulmuş loca kaplamalarında kamçı şıklatır:
- Yaşa..
 -İsterük...
 - Bir daha, daha çok... nağmeleri ile avuç patlatırken...Bizin kahkahalarımız üçüncü mevkidekiler için çınlar, bizim ellerimiz yalnız onları cippanlardı(alkışlardı).  Bu gün şimdi bu anda, araya bir çok yıllar girmesine rağmen, gözlerimi yummadan onları görebiliyorum ve sinsi zalim senelerin benden uzaklaştırdığı o saygısız, engin sevincim ile işte bakınız yine gülüyorum...Eğer sizde...
 -Maksadı unutuyorsunuz.
 -Bilakis, bilakis tam içindeyim... Eğer sizde asi gönlünüze uyarak başınızı alıp yad ellere savuşmasaydınız ve bu sebepsiz gurbet, kendinizi memlekete yadırgatacak kadar uzun sürmese idi, bizimle akranlarınızla yaşamış olsa idiniz derhal üçüncü mevki müşterilerini hatırlar ve böyle tıpkı bizim gibi kahkahalarla gülerdiniz. Hayal ediniz ki bir kere, basık locaların saçaklayıp gölgelediği o kuytu yer ki, kulak arkalarında uç verip filizlenen mavi çemberlerin dolandığı sivri fesliler le... Yardan ayrıldım fiskeli sivri ve simsiyah fesli vuslat müşterileri ile tıka pasa doludur.
 İçlerinde imanım açık gel, tarzı bağlanmış, şöylece, binin yarısı beş yüz tarzında, gelişi güzel omuza atılmış sırma başlıkları da eksik değildir. Gözler büyümüş, devirmileşmiş adeta birer can kurtaran biçiminde karar kılmıştır. Renkler belki boşluğun yardımı ile çok kaçık, ağızlar şüphesiz hascak ( güzel)  kızın tesiri ile haddinden ziyade açıktır...Birer büyük majiskül (büyük harfle yazılmış  yazı) 'O' ya benzeyen bu ağızların arasında, ayrılıklarını çöp tenekesine atılmış limon kabukları gibi çarpık çurpuklarını da seçebilirsiniz. İçi boşalmış, kepezli ve koskocaman vapur midyalarını andıracak kadar post bıyıkları, yılışıkları da kahkahalarınıza caba dır. Vücutlar estantane resimler misali, yani hareket anında katılmış gibidir...
Yalnız bir tanesi vardır, her gece gelir ve dipteki yerini hiç değiştirmezdi. Gözlerini ' Şanı' da kıvrana büküle, kıvrıla döküle oynayan zorlu kıza bir hançer gibi saplayan ve daima, ağzını açan alt dudağını şiddetle ısıran bu ateşli, bu toy ve ter bıyıklı delikanlı çok ömür şeydi.. İnce, çevik  kurumuş vücudunu kurumuş bir cıdık kadar tetikte tutar, ellerini şey, hani zıpkaların kaytan kenarlı minik cepleri yok mu? İşte oradan hiç çıkarmazdı. İkide bir derin iç çekişinden ve öfkeli öfkeli nefes alışından -ta locamızdan- çıkardığıma göre o çocuk enayi değildi. Polisler ne ise ne... Zaptiyelerle karşılaşmayacağından emin olsa o yapacağını biliyordu. Bütün ' Şu herifler' şu gürültülü çalımlı korkak yumuşak şehirliler, nihayet bir sürüden hüd demeden kaçışacak sürüden başka ne idiler...
 - Güzel, çok güzel, fakat maksat? Azizim siz mevzu dağıtıyorsunuz.
-Bilakis dört ucunu şimdi kavradım ve artık bohçalıyacağım...Evet biz tiyatroyu işte bunları seyretmek için giderdik. Sahne ile hiç alış verişimiz yoktu. Zaten, yüzsüz, hoppa beylerden, Çapulalı kıvrak, yosma delikanlılardan, bilhassa o belalı '......' dan aman var mı idi... birazda biz ah oh çekelim, azıcıkta biz kaş göz edelim... Racon kesmek, afilli, edalı, bıyık burmak ve kinayeli kinayeli öksürmek sırası bir kerede bize gelsin? Ne gezer, ne gezer...
 Kantolar biter, düetler tükenir, feci dramlar güm güm devrilen (Bedri) ler ile nihayete ererdi. Sonra hayasız ibiş maktullerin üzerinden atlayarak sırık hizmeti ile sulanmadan..Daha ' Muhterem temaşa giran efendilerimiz yarın akşamda böyle teşri buyururlarsa düğünümüzü yaparız' demesini beklemeden biz, Selahattin, Şükrü, ben kalkar kapıda beklerdik. Beklerdik ki üçüncü mevki müşteriler ile birlikte çıkalım..Onlar, çok kavi, çok ihtiraslı, ' ah' larla birbirine abanarak kol çıkıp, çimdik atarak, taş merdivenleri üçer dörder atlarken, bizde peşlerine takılırdık, o kadar ateşli arzular, öyle yürek yakan özlemler ve tuhaf tuhaf temsiller işitirdik ki, neşemize sermaye, kahkahalarımıza vesile olurdu.
 Bir akşam... bütün teferruatı ile o günler aha gözümün önüne geldi, tekmili heyeti ile o büyük, o meşhur,'Osmanlı dram kumpanyası' nı işte görüyorum. Mevsim kış ortaları idi. Memleketin başı ' Anika' adlı bir fırtınanın uğultusu ile sersemdi. Bu iri, siyah gözlü levent endamlı Anika'nın, şıkır şıkır şaklıyan fıdıklarına olgun göbeğinin bütün orospuluklarını uydurarak dönmesi, oyundan ziyade bir gösteriş gaddar vücudunun imrendiren dolgunluklarını, gıcıklayan hatlarını bir teşhir edişti. O çirkin o kahpece kıvırmalar, o banal, o imalı etek açma ve bacak fırlatmalar herkesi mübalağasız söylüyorum, herkesi alt üst ediyordu. O akşam polislerin müdahalesi ile bastırılan bir kaç hatırı sayılır münazaa geçtikten. tiyatro binasını alkış şakırtıları 'Yaşa' nağraları  ile inim inim inledikten ve sahne sigaralarla, mecidiyelerle döşendikten sonra perde inmişti. Biz yine üçüncü mevki dostlarımızla çıkıyorduk. İçlerinden biri arkadaşının gümüş hamaylısını ( takı türü) çekerek:
 - Görüyon mu şeytan şehirlileri? dedi. adına tiyatro takmışlar, memleketin şark göbeğinde kadıları, kaymakamları, zabitleri, zaptiyeleri ile çatır çatır kız oynatıyorlar. Hem de kaçını birden..Şeytan şehirliler biz bir Fadimeyi..
.Alt tarafını dinlemeye gerek var mı idi?
Onların Fadimecikleri gözlere diken oluyor, çok görülüyordu. İşin içinde kodese girmek, yaralanmak hatta ölmek bile vardı. İnsaf ile düşünecek olursa uzun kış günlerinin, gençlik ve cehaletin, işsizlik ve ıssızlığın zaruri bir neticesi olan bu ' Kız oynatma' adeti bizim ' Tiyatro' adını verdiğimiz rezalet ve şehvet kaynaklarının yanında öpüp de başa konacak bir şeydi. Onlar hiç olmazsa köylerinin ismetine, büyüklerin ağırbaşlılığına hürmet ediyorlar, tenha yerlere, kuytu sağır dere içlerine çekiliyorlardı. Orası cesaretle beraber saygı ve mertliğinde hüküm sürdüğü bucaklardı. Pullu yaşmaklı Fadime, kömür gözlü, beyaz pamuk Fadime, ' Hoppalak' elleri ile sigara dağıtır, kadeh dolaştırır, bağlamanın çok içli, çok hovarda nağmelerine uyarak....
Lazutlar salkım saçak
Alçak boylusun alçak
 diye fincan şıkırtıları ile dönerken, hiç bir göz bir saniyeden fazla onun üzerinde tutunamazdı.
Halbuki biz.... Tiyatroyu bir cehennem yolu, bir ahlaksız pınar addeden babalarımız, bu görüşte çok haklı idiler.
-Bu görüş, ne yazık ki bugünde haklıyım iddiasında..
.-Elbette..Bize tiyatroyu nasıl tanıtmışlardı? Ve şimdiye kadar bu hususta ne yapıldı ki?
 Bir iki kömürcü sokağı süprüntüsü ile bir kaç Galata mahsulü, kaldırım dolu laternacıların birleşerek masum, mübarek Anadolu muza  gelip icrayı rezalet etmeleri, tiyatroya ahlakı umumiye ye açıktan açığa bir kast  ve en büyük küfürdü. Bunlara göz yuman bu uygunsuzları himaye, hatta teşvik eden o zamanın idare adamlarına karşı içimde halen sönmeyen bir hınç var.
 Fıdık çalıp göbek atmak, anıra, böğüre,' ilanı aşk' edip, bağıra böğüre cinayetler yapmak...  Tavan arasında çift sürmeler, kömürlükte çamaşır değiştirmeler gibi adi, yavan tuhaflıklarla bir yığın cinaslı laflar, soytarılıklar, kıç sallama ve teneke yuvarlamalar... İşte biz tiyatroyu böyle biliyorduk.Ve bunun için....
-Bunun için siz gazete yazarları bu fikirleri tashih etmelisiniz.
-Sözle yazı ile değil mi?
 Fakat azizim eğer gazetelerin ukalalıkları, nasihatları, tarif ve tasvirleri ile her iş olup bitseydi, yemin ederim ki dünyanın en ileri, en baş milleti şimdi biz idik, güzel güzel misaller getirmeye, tatlı şatafatlı, benzetmeler bulmaya, düzgün parlak söz söylemeye gelince, hiç özgünlüğünüz yoktur.
 İster misiniz ki şimdi eğreti bilgiçliğin, uydurma azametiyle kaşlarımı çatarak, efendiler diye başlayayım, ve bu meseleyi bıçak gibi kesip atayım?
-Efendiler, tiyatro bizim bildiğimiz nesne değildir. Aktör ve aktrisler bizim tanıdığımız serseri heriflere, sürtük karılara asla benzemezler, Frenk illerinde okul gibi, mabet gibi, tiyatroda muhteremdir. Tiyatro binaları belediye dairelerinden daha muhteşem, belediyelerin tiyatro tesisatı bir çok hükümetlerin bütçesinden daha üstündür. Prensler, Krallar aktörlerin dostlukları ile iftihar ederler. Onları sofralarında sağlarına alırlar, resimlerini salonlarını göze çarpan yerlerine asarlar, kart vizitlerini albümlerinin ilk sahifelerine iliştirirler. Asrımızın en büyük şairini ' Ateş' lere yakan büyük ' Düze' yi, İtalyanlar 'Daninçiyo' mertebesinde görüyor ve prestij ediyorlar.Bütün cihanın muhabbetini, hürmet ve takdirini toplayıp Fransa ya götüren ölmez 'Sara Bernar' ın kahraman ' jandark' dan acaba farkı var mıdır?
İşte azizim şimdi bundan ne çıktı? karşımızdakini tatmin şöyle dursun, alakadar edebildik mi sanıyorsun?
-Peki, o halde ne yapmalı, nasıl etmeli de 'Tiyatro'nun, güldüren, eğlendiren, ağlatan, düşündüren, her yaşta ve her tabakadan insanlar için, çok kudretli bir okul olduğunu teslim ettirmeli?
Canlı misallerle.
, - Ne gibi.
- Darül Beda-i ve Milli Sahnenin temsilleri gibi...Şükranla görülüyor ki, masum halk, şeytan köylünün dediği benzer ayarlamalarla nasıl üstün edildiğini yavaş yavaş anlatıyor. Bu gün temsil aleyhinde en yaman fikri olan kimse o zatı kandırıp bu temsillerden birine getiriniz, bütün kuvvetimle sizi temin ederim ki tiyatronun çok yüksek, çok hayırlı amacını derhal anlayacak ve...şüphesiz sevecektir.
Bu metni arkadaşıma çeviri yaptırdığım kadarı ile tam metin olarak yazmaya çalıştım. Anlatılanlar bir dönem yeşil çam filmlerini yaşadığı dönemi de anımsatmadı değil. Yorum sizin.Giresun'un aydın insanı şairi Can Akengin'i saygı ile anıyorum.

28 Ocak 2016 Perşembe

Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile bir pazar 2

Bugün, siz bana konuşmasını çok sevdiğim bir konu verdiniz. Fakat...
 Hasan Ali gülerek Faik Reşit'in yüzüne baktı:
 -Fakat, burada oturan arkadaşım getirdiği işleri ne zaman göstereceğim diye gözümün içine bakıyor. Baktım, üstat nezaketle beni sükuta davet etmektedir. Atik davrandım ilk ilk sorumda unuttuğum bir noktayı hatırlattım:
 - Hocam, dedim. ( Hasan Ali Yücel gerçekten vefadan hocamdır) sorumdaki tarih bahsini unuttunuz, hatırlatmama müsaade eder misiniz?
 Dalgın dalgın yüzüme baktı, koltuktan kalktı, pencereden sokağı süzdü ve geldi tekrar yerine oturdu. - Bir çok alimlerin iddalarına rağmen, dedi, sırf ferdi değil, fakat kütle bakımından subjektif olmaktan kurtulmuş tarih tanımıyorum. Hangi tarihçi ve hangi tarih kitabı tam objektiftir, göstersinler, Michelet, büyük Fransız dönümünü tarihe geçirmek için ona ilgisiz bir bir ruhla mı çalıştı? Treitschke, Alman şuurunun ışığı ile içini aydınlatamamış olsaydı, o müthiş çalışmaya tahammül edebilir miydi? Derhal söyleyeyim ki, tarih tam objektif olamıyor derken, onu asla bir indiyat (gerçeğe uygun olmayan) mecmuası zannetmiyorum. Aramak için, aranılana gönülden bağlanmalıyız demek istiyorum. Atatürk tarih inkılabı, bunu kıymetli bir remzini taşımaktadır. Şüphe yok ki başlangıçtayız. Fakat milli tarihimizin mebteini Malazgirt muharebesine kadar indirmek delaletin de bulunurlar ise, sondan çok daha uzaktadırlar.
 Biz, tarihi bir medeniyet akışının seyri halinde görüyoruz. Şu halde, Türk tarihi, kendisi ile her zaman medeniyetler doğuşunun bir devamlılığını ifade eder. Ne kadar gerilere gidebilirsek bu görüşü o kadar iyi yapmış oluruz. Tarihten önceki zamanlar sözü bir fantezi değil, bir gerçektir. Bir İngiliz yazarının dediği gibi, beşer hayatı, bir dehlize benzetilecek olursa dün elinde çıra bulunan insanın gördüğü saha ile bugün büyük bir projektörle önünü aydınlatanın görme sahası arasındaki fark, söylemek istediğimiz şeyi çok iyi anlatır.
 Faik Raşit dışarı çıkmıştı. Değerli Maarif Vekilimiz dalgınca idi, ben yeni sorumu yapıştırdım:
 -Üniversite görüşünüz?
 -Biliyorsunuz İstanbul da ve Ankara da iki üniversitemiz var. Ankara da Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri  kurulma devresindedir. Tıp Fakültesine başlanıyor. Bunlar bir araya geldiği zaman memleketin baş şehrinde, diğer kısımları da tamamlanarak büyük bir ilim merkezi kurulacaktır. Bu Cumhuriyet Hükümeti için esaslı kültür davalarından biridir ve mutlaka yapılacaktır.
İstanbul Üniversitesi altı yıldan beri bir oluş ve sınav devresi geçirmektedir. Kendisine yapılmış olan itina ve ihtimama cevap vermek yolunda bu müessesemizin yaptığı ve artırmaya kendini mecbur hissettiği gayret, gözden kaçmayacak kadar mühimdir. Üniversitemizin bir kaç fonksiyonu vardır: Memleketin muhtelif sahalarda muhtaç olduğu münevver, çalışıcı ve yapıcı unsurlarını yetiştirmek. Memleketi ilim gözü ile bütün realitelerin de etüt etmek ve tanımak. Nihayet enternasyonal ilim kurumları ile münasebete girecek kıvama gelip bilgi alış verişi yapmak ve Türk alemine cihan ilmi sahasında yer aldırtmak. Böylece Türk ilmi yalnız Türk milleti için değil bütün insanlık için faydalı, milli olduğu kadar ( humaine) bir hale gelecektir.
 -Yayın kongresinde  ne netice aldınız?
 -Sizde gördünüz kongre, memlekette büyük bir ilgi uyandırdı. Bunu sebebi, azasının Ankara ve İstanbul'a inhisar etmeyip memleketin her tarafından gelmiş olmasıdır. Böyle olduğu gibi, henüz yirmi, yirmi beş yaşında bulunanlardan yetmişini geçmiş olanlara kadar, bu işin mevzu ile ilgili her kıymetin kongrede yer alması da önemlidir. Onun için her türlü düşünceler ve istekler serbestçe ortaya atılmış ve tanzim edilen raporlar, bu türlü görüşleri aksettirmiştir. Maarif Vekili olarak kongreden kıymetli direktifler almış bulunuyorum. Bunların ne suretle gerçekleşeceği işi, ayrıca bir devlet meselesi olarak yeni tetkiklere muhtaçtır. Bunları birer birer fasıllaştırma yolundayız. Matbuatımız mensuplarının, her hususta olduğu gibi beni bu defa da teşvik ve takviye ettiklerini memnuniyetle ve şükranla ifade ederim.
 -Halkımızın okuması için yeni kararlar aldınız mı?
 -Türk milletini yüzde yüz okur yazar yapmak her inkılapçı gibi benimde emelimdir. Klasik metotlar dışında, nüfusumuzun yurdumuza dağılış tarzını, iş ve hayat şeklini göz önünde tutarak yeni planlar yapmak direktifini bir vazife olarak büyük Şefimiz den almış bulunuyorum. İhtiyaçlarımızı, vasıtalarımızı ve her türlü imkanları hesaplamak sureti ile pratik hal tarzına erebileceğimizi kuvvetle ümit etmekteyim.
 Faik Reşit hala gelmemişti.
 - Müzeler ve kütüphaneler için bir düşünceniz var mıdır?
 -Müzelerimiz bu mevzuda, dünyanın en zengin müesseselerin dendir. Uzun zamanlar, bir uzmanlık görüşü edilmeyen müzecilik, Cumhuriyet devrinde kanunla tespit edilmiş önemli bir ilim müessesesi olmuştur. Son günlere kadar, bir ambar eşyası gibi tıklım tıklım doldurulmuş ve soruşturmacıların gözlerinden uzak ve mahpus kalmış kıymetli eşyamız, yeni açılan salonlarda dış alemin havasını almak saadetine erişmiş bulunuyor. Müzelerimiz, umumiyetle bilgili bir gelişim halindedir. İlim ve üniversite öğretimimizi müzelerle ilgili kısımda faaliyete geçirmek için tedbirler almaktayız. Bu yöne, şahsen büyük bir önem atfetmekteyim. Kütüphanelere gelince: Bu hususta önemli bir teşebbüsümüz var. Bütün Türkiye'deki resmi kütüphanelerde ne kadar kitap varsa, hepsinin listeleri yapılacak ve bunlar birleştirilip bir ciltlenmiş kitap halinde, her ilim şubesindeki insanın yazar ve kitap ismi ile arzu ettiği eseri, arayıp bulması temin olacaktır. Elde yarım ve noksan ve elli yıl önce yapılmış fihristler varsa da bunlardan arzu edilen istifade temin edilememektedir. Aldığımız tertibat, zannediyorum, bir yılda yeni ve mükemmelini meydana koymak imkanını verecektir.
 Bundan başka tasnif heyetimizin senelerden beri çalışarak vücuda getirdiği fişleri bir araya toplayarak önce İstanbul kütüphanelerinin mukayeseli yazma katalogları basıla bilecektir. Bunun tarihe ait olanları, aldığımız tedbirlere göre, altı ay kadar sonra bitmiş olacaktır. İtinamız o mertebededir ki, bu yazma katalogları Bibliotheque nationale ve British Muzeum'un katalogları kadar mükemmel olacaktır. Maarif Vekilimiz büyük bir sır veriyormuş gibi hafif bir sesle devam etti:
 -İlk fırsatta da Ankara da büyük ve umumi bir kütüphane yapılması, maarif programını esaslı maddelerinden birini teşkil etmektedir.
İşte size genç Maarif Vekilimizin hiç yorulmadan, elindeki bir mektuptan parçalar okurmuş gibi bir hamlede söylediği sözler. Onlarda, yapıcı bir inkılap çocuğunun istikbale ne kadar önemle baktığını ve istikbal için ne kadar imanlı olduğunu görmek mümkündür. Ne yaptığını, ne yapacağını bilmek kadar, insana gurur ve emniyet verici ne kadar vardır dünyada...
 Maarif Vekilimizin kırışık bile bulunmayan yüzüne bir daha dikkatle bakıyorum. O, cebinden çıkardığı bir deftere gür ve yukarı kalkık kaşlarının altındaki azimle parlayan gözlerini dikmiş, ihtimal, biraz sonra yapacağı işi tasarlıyor. Hademesiz, uşaksız, teşrifatcısız koridordan geçiyor, bahçeye iniyorum. Ne yolumu kesen, ne ahret sorusu soran var. İki katlı evin bir dairesini işkal etmiş bulunan Maarif Vekilimizin yanından ayrılırken halk hakimiyetinin zaferi karşısında, milletime, büyüklerime ve kendime bir daha inanıyorum.
   Ve bu sohbetten kısa bir süre sonra Köy Enstitüleri kuruluyor. Sonrasını anlatmam gerek yok sanırım, sonradan gelişecek olaylar yazılmış çizilmiştir hepimizin bildiği gibi...Büyük umutlar besleyen ve eğitim sistemini ilk şekillendiren bu güzel insanı saygı ile anıyorum.

27 Ocak 2016 Çarşamba

Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ile bir pazar

Birazda eğitim konusunda paylaşım yapayım dedim. Bilindiği üzere Türkiye'de eğitim denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hasan Ali Yücel'i bilmeyenimiz yoktur. Çok Milli Eğitim Müdürleri gelmiş geçmiştir ama genelde birde hafızalara kazınanlar vardır. Bunlardan en önemli isimlerden biri Hasan Ali Yücel ile 1939 da yine Yedi Gün dergisinde Ertuğrul Şevket'in bir pazar günü yaptığı özel bir röportajı sizinle paylaşmak istedim. umarım beğenirsiniz.

Halk çocuğu, öğretmen, düşünür, mebus ve nihayet maarif vekili Hasan Ali Yücel'in yeni taşındığı apartmanı arıyoruz. Foto muhabirimiz Osman, yoldan geçen bir polisi çevirdi:
 Maarif vekilinin evi neresidir?
 Polis cebinden bir defter çıkardı, (Hasan) ismini aradı:
 Bulamadı, (Ali) ye baktı , yok. Soy adını sordu, sayfaları çevirdi,( Maarif) te aradı ve nihayet: Herhalde bu taraflarda oturmuyor veya yeni taşındı, dedi ve işin içinden sıyrıldı.
 İki katlı bir evin önünde duran 15 numaralı özel bir otomobilin şoförü, fotoğrafçımıza sesleniyor:
 -Nerelerdesiniz, yahu.
-Maarif Vekilinin evini biliyor musun?
 -İşte burası ben onun şoförüyüm.
 Kısmetinde olanın kaşığında çıkar, derler. Biz de evin bahçesinden içeri daldık. Kareli bir basma elbise giymiş, on bir yaşlarında bir kız çocuğu bizi karşıladı:
 Kimi istediniz?
 -Maarif Vekilini.
 -Kim diyeyim?
Tavırlarında, konuşmasında o kadar insanlık var ki, çocuğun iyi bir aile muhitinde yetişmiş olduğu derhal anlaşılıyor. Tam öğretmen Hasan Ali Yücel'e layık bir çocuk.
 - Yedi gün muharriri gelmiş dersiniz.
 Bir kaç saniye sonra o, ideal yavru tekrar yanımıza geldi.
 - Buyurunuz.
 Merdivenleri çıkarken kulağımıza parça parça sesler geliyor.
 - Telif hakkı.
- Fotoğraf  dağıtım vasıtalarından biridir.
 -Kopyalara karşı tedbir alınmalıdır.
 Geniş bir odadan içeri giriyoruz. Yerde üç parça halı. Dik duvara, birbiri üstüne dayanmış on bir on iki tablo. En üstündeki güzel bir Anadolu peyzajı dır. Kapıya yakın, diğer bir duvar dibine birkaç yüz kitap birbiri üstüne istif edilmiş. Evin dahili manzarası, yangından yangından çıkılmış hissini vermektedir. Belli ki, yeni eve henüz yerleşilememiş. Sayın Maarif Vekili bir koltukta oturuyor. Karşısında İstanbul'un meşhur fotoğrafçılarından biri. Fotoğraf yankesiciliği hakkında dert yanmakta. Maarif Vekaleti yayın direktörü Faik Reşit ikisi arasındaki konuşmayı ilgi ile dinliyor. Biz de bir kenara iliştik.
 Üstadın büyük bir tevazu ile uzattığı sigarayı alıyor ve ilk sorumu soruyorum:
 Dil, tarih ve edebiyat hakkındaki görüşleriniz?
 Genç maarif Vekilimiz aşina bir dosta rast gelmiş gibi gülümsüyor. Halinde 'sende mi beylik sorusu sormak tasın' diyen bir mana var. Ben, tekrar atılıyorum:
Siz bu fikirlerinizi vekil oluncaya kadar muhtelif vesilelerle söylemiş iseniz de, bugünkü koşulunuz başkadır. Umumi kültürümüzün en mesul mevkinde bulunuyorsunuz. Maarif Vekilimiz, sigarasından kocaman bir nefes aldı, gözlerini sıcaktan adeta buğulanmış gibi duran cama dikti ve:
- Bizde dil şuuru, çok kereler bulanık olmak üzere, milli vicdanın üstüne doğar gibi olmuş, fakat tam ışığını ancak son altı, yedi sene içinde teksif edebilmiştir, dedi. İlk bakışta, yüzde yüz inkılapçı ve bunun için çok ileri gitmiş ve mubalağacı göründüğü halde, esas itibarı ile doğru görüş, bizim devrimizde elde edilebilmiştir. Dava şudur:
 Başka kültürlere tabi olmak istemeyen bir milletin, başka dillere tabi olmayan bir dili bulunmalıdır. Bir an sustu, parlak gözlerinde gölgeler göründü, sanki bu gözlerde bir tarih sayfasının yaprakları çevriliyordu:
 - Ziya Gökalp merhumun, dedi, hemen hemen her esası anlatır zannını veren, dilin millileşmesindeki düsturu ' başka dillerden kelime alınabilir, kaide alınamaz' şeklinde idi. Fakat bizzat Ziya Bey, öyle kelimeler almıştı ki:
 Bunların içinde, başka dillerin katmerli kaideleri vardır. Pes-zinde, peder-şahi, ve daha başkaları davasını tekzip eden örneklerdir. Hele istilah meselesinde Ziya bey. bir İslam enternasyonalizmi kabul ediyordu ki, bu tamamı ile  yanlış  ve verimsiz bir hayaldi. Dil değişmelerinde başka milletlerin dil tarihine baktığımız zaman, terim meselesinin ön safta geldiğini görüyoruz. Dil bel kemiğini terimlerin kendi kökünden gelmesi ile buluyor ve ilk medeni temaslarda o devrin, ilim ve hayatça üstün milletlerinden, başlangıçta aynen alıntılarda bulunuyor, sonra kendi bünyesine göre onları benimsiyor.
 Arap dili, Yunancadan böyle bir alım satım yapmıştır. Emeviler devrinde ilk tercümelerde (riyaziyat) kelimesini değil (matematika), (mantık) kelimesini değil (logika) yı bulursunuz. Nitekim bizde de, üçüncü Selim zamanında Nizamı-cedit kurulurken ( alay-tabur) değil, (escadron, bataillan, aide de camp, etatmajor) tabirlerine rastlarız. Bu bir nevi kekeleme devridir ki, biz onu çoktan geçirdik. Enternasyonal bir benlik almamış kelimelerin, terim olarak karşılığını Türkçe de buluyoruz, çocuklarımıza veriyoruz. Ve onlar, birçoklarımızın zannı aksine, gayet güzel öğreniyorlar. Vekil olduktan sonra sık sık dolaştığım ilk ve orta okullarda çocuklara hissettirmeksizin yaptığım anketler bana bu izlenimleri verdi. İlk okulun, son veya bir önceki sınıfındaki bir Türk çocuğu için eski geometri, murabba (şiir türü), muhammes(nazım şekli), züerbaatüladia, hiç bir çağrışım imkanı vermediği için hazmedilememiş demir bilyeler gibi onun dimağında kalıyor. Halbuki: ( birle, dörtle, beşle, çokla) yapılmış terimleri, esasen bunları bildiği için kolayca kavrıyor ve anlıyor. Terimler, bu şekilde en küçük kademesinden en yüksek derecesine kadar, bugün dünya ilim ve medeniyetinin mümessili olan milletlerin fikir seviyesini göz önünden uzaklaştırmamak şartı ile tertiplendiği zaman, her türlü düşünceyi söyler, ileri ve medeni bir Türk dili oluşuna başlamış bulunacaktır.
 Dilimizi kısır bellemek, bu görüşün altında, fikirce geri olduğumuzu kabul etmektir kanaatindeyim. Düşüncelerini ifade edemediği için kalemini kıranlar, bence sağlam kalem seçmesini bilmeyenlerdir. Her şeyi yazabiliriz, yeter ki yazılacak şeyimiz olsun.
 Cilt cilt kitapların yazarı bulunan Hasan Ali Yücel, koltuğa yaslandı, bir kaç saniye sustu, hafifçe güldü:
Edebiyat meselesine gelince, dedi. Bu, tıpkı bugünkü Ankara havasına benziyor: Alçakta bulutlar var, fakat bir türlü yağıp bizi sıkıntıdan kurtarmıyor. Bugün yağmadı, yarında yağmayacak demek değildir. Ben, edebiyatımıza fazla kara çaldığımız düşüncesindeyim. Son yıllarda oldukça zengin bir edebiyat doğmaktadır. En tuhaf ve aykırı mizaçtaki şairlerimizden, hala eski kıta şekillerinin çerçevesinden çıkamayanlara kadar duyan, söyleyen, kızan, bağıran şairlerimiz var. On yaşından yetmişine kadar, sanatın gönüllü ve karşılıksız yapılan büyüklüğünü ve çocukluğunu her fidan tazeliği ile muhafaza edenlerin var olduğu bir memlekette, şiir nasıl yok olur? Hala okuma yazma bilmeyip de düşünme gücünden şiir söyleyen insanları, en tenha köşelerinde yetiştirmiş bir memlekette (şiire) yok diyebilir miyiz?Kadını, erkeği coşunca vezinli, kafiyeli konuşan bir millet olduğumuzu unutmayalım.
 Beş altı kurstan geçtikten sonra, bu dediğim milli istidat ile kusursuz ve pek güzel şiirler yazan eğitmenlere rastladım. Ben, buna hayret etmedim, çünkü, milletimin, her vadide olduğu gibi bunda da zengin bir yapabilme hazinesine sahip olduğuna inanırım. Masanın üzerinde duran bir kitabı eline aldı. Dikkatle baktı. Sonra:
 -Nesir, dedi. İtiraf edelim ki, bu yeni yeni kıvamını bulmaktadır. Dallı budaklı ve etraflı bir düşünceyi apaçık surette kağıt üzerinde tabiye edebilmek kolay bir iş değildir. Geçen gün Akşam gazetesinde Halide Edip'in on altıncı asır Fransız klasiklerini tercüme edelim teklifini ihtiva eden bir makalesini okuduğum zaman, kendimi, bu fikirlerimi lütfedip yazması için muharrir'den ricada bulunmuş zannettim. Rasyonel, hesaplı bir nesir mimarisine çok ihtiyacımız var. Taine'in, Balzac'ın bir kütüphane tutan eserlerinin bolluğundan bahsederken ( karakterler)  sahibinin bunları görse ( nasıl olmuşta bu kadar sözü bulabilmiş) diye şaşacağını söylüyor. Çünkü, hayrete düşürecek olan klasik ruh, ölçülü, hesaplı, fazla itinalı ve onun için çok zamanda az, lakin kusursuz eser vermeyi ister.
 Biz böyle bir devre geçirmeye muhtacız. Zaten romanda, bu itinasızlık dan dolayı arzu ettiğimiz kemale gelmiyor. Ya, iç araştırmalarda aceleciyiz, sırf şekilde duruyoruz yahut teknik ve plastik tarafta acele edip tam arşitektural bir eser veremiyoruz.
Yakup'un ( sürgün) ünde derinliğe dalan okuyucu gözü, belki kenarlarında sathındaki az itinayı affediyor. Yahut ( Yezidin kızı) ndaki plastik güzellik, romanın ruh tahlili bakımından sığlığını ölçmeye zaman bırakmıyor. Esasen bunu için değil midir ki (mavi ve siyah) larımız. ( Le rouge et le noir) olmadılar.
 Devam edecek.

26 Ocak 2016 Salı

Paranın Kokusu

Bugün Nizamettin Nasif'in yazmış olduğu değişik bir konuya değinmek istedim. Farklı bir konu değerlendirme yine Yedi gün dergisinde yazılmış bir değerlendirme yazısı.  Yorum sizin.

 "PARA VE ONUN KOKUSU TARİHİN HER DEVRİNDE HÜKMÜNÜ İCRA ETTİ. MEDENİYETLERİN BATIŞINDA, CİHANGİRLERİN MAHVOLUŞUNDA HEP ONU GÖRDÜK. MİLADIN İKİNCİ ASRINDA MARKÜS'LER, YİRMİNCİ ASIRDA STAVİSKİLER ONUN KOKUSU İLE SÜRÜKLENDİLER.

 Bu günkü Hatay'ın dört adım ötesinde on sekiz asır önce adına Palmira denen bir şehir vardı. Orengo nehrinin suladığı yemyeşil bir ülkenin ortasında, mermer sütunlarına hurma gölgelerinin şiirini tattıra tattıra gerinen bu şehir, her asırda bie medeniyet yaratmış ve yarattığı her medeniyeti başka topraklarda doğmuş olanların gözlerini kamaştırdığı yıkıp yerine daha muhteşem'ini kurmuş olan bir iklimin, insana, bir güzelde karar kılmayıp daima başka güzele, daha güzele, en güzele saldırmak arzusunu aşılayan bir iklimin en büyük gururu idi.
 Fena olmayan fakat en büyük değişim merhalesine ulaştığı anda dahi muasırlarının en iyisi olmayan Roma medeniyeti, bir gün, yüzlerce harp galerini Şarki Ak deniz kıyılarına yolladı. Bu galerler'den karaya çıkan bir ordu devrinin iyi askerlerinden sayılan Markus Aurelius'un emri altında Palmira'ya saldırdı.
 Şehir, endamı sütunlardan daha güzel, gözleri hurmalarının gözlerinden daha hülyalı ve zevki herkesin gözünü kamaştıran medeniyetten daha yüksek ve asil bir kumandan tarafından müdafaa edildi:
 Kraliçe Zenobia. Palmira'nın bu müdafaası pek meşhurdur. İlk bakışta en güzel ceylanın en yırtıcı kaplanla boğuşmasına pek benzeyen bu müdafaa, zaman zaman öyle şekiller aldı ki, Palmira öyle hakim dövüştü ki, bu ceylanın bu kaplanı paramparça edebileceğini ummak bile mümkün oldu. Fakat Suriye'nin anahtarını ele geçirip Irak'a, küçük Asya'ya ve Asya ortalarına yollanan kervanlarının kontrolünü ele geçirmek Roma için o derece hayati bir zaruretti ki Markus Aurelius yılamadı. Tırpanlanan on lejyonerin yerine Roma yüz lejyoner gönderdi. Eksilen yüz kahramanın yerine iki taze yay bulamayan Palmira, nihayet çırpına çırpına öldü ve ceylan Zenobia muzaffer Romalının esiri oldu.
 Romayı şarkı Akdeniz'in kıyılarından engin bir iç bölgeye sokan ve Roma'ya o günkü dünyanın en karlı ticaretini bahşeden zafer budur. Böyle bir zaferin kahramanı Roma'da Sezar olmazdı da kim olurdu? Ve Roma Markus Aurelius'u Sezarlık tahtına oturttu.
 Eğer Markus Aurelius'un zaafı olmasaydı, tarih her asırda sayfalarını karıştıranlara onu hep beğendirerek hatırlatacaktır. Fakat bu zaafı yani 'Paraya doymayışı ve rüşvet alışı' bu Roma kahramanının bütün meziyetlerini unutturmakta, vatanına yaptığı hizmetleri karartmakta ve hatta güzel sanatlara, fikre, felsefeye gösterdiği devamlı dikkatleri bir kalemde iptal etmektedir. Evet...Romanın muzaffer kumandanı, Palmira kuşatmasının ve bir çok harplerin kahramanı, devrinin en büyük imparatorluğunu ve belkide zeka ve bilgisine sahip olanı paraya öyle düşkündü ki, bu düşkünlük yüzünden beliren nefret işte hala hatırasını çamurluyor.
 Para hırsı, Markus Aurelius'u nerelere kadar düşürdüğünü bilir misiniz? Kumarhanelerden umumhanelerden gümrük ve alışveriş vergisi almaya kadar. O zaman kendisini sevenler, oğlunu tahrik ettiler:
 Git babana söyle dediler, bu gidiş fena gidiş, halkın nefretinden korksun.
 Oğlu babasına gitti söyledi.
 -Sezar, Ahlaksız kumarcının çaldığı paradan ve en sefil kadının avcuna konan paradan iğrenmiyor musun?
 Markus Aurelius'un cevabı meşhurdur:
 Odasındaki fil dişi sandığından bir altın çıkartıp oğlunun burnuna uzatır:
 Kokla şunu? Çocuk koklar.
 -Ne kokuyor?
  - Hiç baba...
Bunun üzerine Aurelius kaşlarını çatarak gürler:
 -Defol, Haydutların elçisi. Görünme gözüme. Paranın kokusu olmadığını bilmeyen hayvan. Defol. ..Tarihler, parayı kokusuz sananların hiçte az olmadığını göze vurur. Roma'dan sonra Bizans, Emevi ve Abbasi saltanatları ve Osmanlı İmparatorluğu, Fransa Krallığı, Habsburg İmparatorluğu bize para kokusunu alamayan bir hayli burun tanıtmıştır.
 Fransız Bourbon'larının en meşhur hükümdarları on dördüncü ve onbeşinci Lui'ler, Emevilerin tanınmış İmparatoru Abdülmelik bin Hakem, Bizans'ın bütün İmparatorları, ve vasilissa'ları paranın pisini ve temizini ayırt edememenin nice nice numunelerini vermişlerdir.
 Osmanlı sarayında rüşvetin protokolde yeri olan ne mel'un bir illet olduğunu içimizde bilmeyen yoktur.Taçlı başların bu illete tutulmasından ne elim neticeler doğurduğunu da biliriz. bu illet en tehlikeli toplumsal marazdır ve derhal sirayet eder. Padişahın rüşvet aldığını sezen sadrazam çalmıştır, sadrazamın rüşvet aldığını bilen vezir çalmıştır, şeyhülislam, kazasker, kadı, subaşı çalmıştır. Ve bu illet nesilden nesilden sirayet ede ede  İmparatorluklar çürümüştür, saltanatlar tutunamamıştır.
 Toplumsal binalar ard arda devrilmiş, yıkılmış ve yerlerinde yeller esmiştir. Bütün toplumsal buhranların, bütün milli çöküşlerin sebeplerini eleyiniz, eleğin üstünde kalan en mühim sebep daima şu olacaktır:
 'Pis paranın kokusunu alamamak' Bununla beraber, birbirini kovalayan rejimler, hep bu felaketin birer tepkileri halinde doğdukları halde, her nedense bu felakete tutunmaktan kendilerini alamamaktadırlar.
 Buğday intikarı yaparak halkın gözünden düşen Bourbonların Paris'inde krallığı kendi yerine geçiren birinci ve ikinci İmparatorların tekrar saltanata ulaşan Bourbonların ve hatta üçüncü Fransız Cumhuriyetinin bu illetten kurtulamadığını görüyoruz. On dokuzuncu asrın sonlarında Fransa'da para ile nişan satan Cumhurreisleri görülmüştür.
Panama rezaleti Fransa'daki münevver siyasi aileyi akıllandırmıştır sananlar daha dün orada bir staviski  görmüşlerdir ve her gün  bir yeni staviski rezaleti görmektedirler. Şimali Amerika'daki insul rezaletinin bütün safhalarını yakından takip ettik. Ve işte daha dün bizde de rejimin çok temiz ve hükümetimizin çok dikkatli olmasına rağmen bir Ekrem konig rezaleti oldu. Romanya'da,Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Rusya'da zaman zaman sezilen büyük skandallar hep bu illetin nüksedebilişine delalet eden örneklerdir.
Kuvvetli devletin hayatı, bu illetle devamlı bir mücadeleden ibarettir. Toplumsal tehlike böyle hadislere ara sıra rastlanmasında değildir, bu hadiselerle mücadele edilmemesinde ve bir nevi hadiselerin tabi addedilebilmesindedir.
 Harp zenginliğini kabul gören umumi harp, siyasi nizamı devrilmiştir. Niçin?
Haksız para kazanmayı tabi saydığı için, iktisadi sabitlemek ' para gelsin de nereden gelirse gelsin 'olduğu için. Roma'nın ve Roma  ülkelerinin Sezarı Markus Aurelius'un söylediği doğrudur.
 -Paranın kokusu olmaz.
Fakat Roma'nın ve Roma ülkelerinin Sezar'ı güzel sanatların, fikrin ve felsefenin büyük hamisi Markus Aurelius'un  bilmediği, kestiremediği şu idi:
 'Kokusu olmayan paranın pis kaynaklardan alına alına memleketi kokuşturduğu'
 İkinci milat asrından yirminci milat asrına kadar beliren bütün medeniyetlerin batışında, cihangirliklerin yerinde yeller esişinde tarih hep böyle bir kokuşma, hep böyle bir pis koku kaydediyor."
Gerçekten incelenmesi gereken bir konu başlangıçta güzel doğal bir kentle, paranın savaşına tanık oluyoruz sanırım para karşısında birde doğa savaşı var ki bu savaşı kimin kazandığı kimin kaybettiği yıllarca anlaşılmasına karşın yinede inatla aynı yere gelmek insanoğlu için ilginç olmalı.Bu değişir mi bilmiyorum Lidya'lılar bulduğunda böyle sonuçları olacağını tahmin ediyor mu idi onuda bilmiyorum ama yaşanılanlardan göze çarpan tek şey var onunla mücadele etmek üzerine yine aynı noktaya gelmek.Bu iki sınırı koruyamadığımız zaman bu böyle gider mi yoksa fark edilir ve yaşamın önemi gerçek sırrı anlaşılır mı bunu da bilmiyorum yaşadığımız gezegende yine bunu gelecek belirleyecek... Ve yine onu tarih sayfalarından insanlar okuyacak... Değerlendirecek...

23 Ocak 2016 Cumartesi

Berlin İntibaları 1939 9

ÖZETLE (Hülasa)
 Berlin'de ancak 4.5 gün kaldık. Almanya'nın pek az bir parçasını uzaktan, şimendifer'le geçerken gördük. Berlin sokakların biraz dolaştık. Resmi zatlar haricinde kimse ile temas etmedik. Buna bir tetkik ve müşahede mahiyeti vermeye kalkarak ehemmiyetli neticeler  ve hükümler çıkarmak ciddiyete sığmaz.
 Almanya intibalarına dair bu sütunlarda yazdığım şeyler samimi birer dost teklifsizliği ile her hafta baştan başa konuştuğum okuyucularımla havai bir sohbetten başka bir mahiyeti haiz değildirler. Ancak, onlar Almanya hakkındaki intibalarımın bir özetini sormak isterler gibi geliyor bana. İşte ancak bu tahmin edilmiş soruyu cevapsız bırakmamış olmak içindir ki, yazdıklarıma bir kaç kelime ifade etmek istiyorum.  
 Almanya normal bir memleket hissini vermiyor. Burada gayri tabi bir şey var. Nedir o? Harp mi? Hayır.
 Resmen bir harp vaziyeti yok. Fakat harp zamanlarının hayatı ve tarzı var. Serbest konuşmak ortadan kalkmış. Ne serbest bir söz söyleyebiliyorsunuz, ne serbest bir söz işitiyorsunuz, ne okuyorsunuz. Ağzınızdan bir lakırtı çıkacağı zaman, boğazın dokuz düğüm olduğunu hatırlamak, kelimelerinizin üzerinde durmak lüzumunu teneffüs ettiğiniz havadan öğreniyorsunuz. Çünkü bir nezaketsizlikten sakınmak istersiniz. Bu manevi vahim içinde bir insan sosyetesi için tabi bir gelişmeye imkan olmaz. Niçin böyle? Alman milleti neden buna tahammül ediyor? soruyu böyle kurmak doğru değil.
Alman milletinin çoğu tahlil etmiyor. Kendi arzusu ile bunu kabul ediyor. Buna razı oluyor. Bir gayeye erişmek için bilerek, isteyerek yapıyor. Bu gaye nedir?
Alman milleti bütün hakkını, söz, tefekkür, hareket haklarını, Führer'in eline teslim ederek bir makine gibi, yalnız alkış ve selam vaziyetinde onun arkasında yürümeye razı olurken neyi elde etmek istiyordu? Bunu açıklıkla, katiyetle ve sağlam surette bize kim temin edebilir? En iyi izahat, etrafa bakmak, realiteyi görmek değil midir?
Biz Berlin'de kaldığımız sürece, askeri bir hayattan, maddi kuvvetten başka bir şey görmedik. Her şey askerlik için. Bu asker ne için? Müdafaa mı, tecavüz mü? Almanya'nın müdafaa ya muhtaç bir vaziyette bulunduğunu zannetmem. Tecavüz emelini ispat edecek hareketler ise eksik değil. Bunu Almanların daracık bir saha üzerinde yaşamak imkanını bulamamalarına atfetmek katiyen doğru değil. Çünkü yaşamak imkanını onlar kendi elleri ile boğuyorlar. Orduyu bizim gördüğümüz hale yükseltmek için milyarlar sarf edilmiş olmak lazımdır. Bu milyarları tahrip ve tehdit aletlerine feda etmekten vazgeçerek milletin yükü azalınca, Alman milletinin ıstırabı saadete dönüşür.
 Alman kavmi karnını doyuruncaya kadar yer ve halis gıda yer, halis kumaşlarla giyinir. Bu gün bütün bunlar adete seve seve feda ediliyor. Her şey asker için. Siviller içinde en çok sivil olanlara bile üniforma giydirmişler. Hariciye memurlarının uzun siyah üniformaları içinde bir diplomattan başka her şeye benzemeleri insana ne kadar garip görünüyor. İki fert arasına en tabi bir dostluk ve uyum vasıtası olan selamlaşmak bile ortadan kalkmış. Bu bir makine hareketine, yapmacıklığa bir teşrifata karşılık olmuş. Selam yok. Yalnız makine hareketleri ile 'yaşasın hitler' diyeceksiniz ve kolu ufki surette uzatacaksınız. İşte o tatlı selam, o iki insan arasında kalplerden taşan bir yakınlığın dudaklarda uyandırdığı samimiyet bu basma kalıp düstur haline girmiş.
 Dahili siyaset hakkında kendi gözlemime dayanan hiç bir şey söyleyemeyeceğim. Bütün bildiklerim Almanya ya gitmeden önce okuduğum kitap ve gazetelerden alınmıştır. Fakat Almanya da bunları tekzip edecek gerçeklerle de karşılaşmadım. Hatta teyit edebilecek bazı olaylara bile rast geldim. Almanya da konuştuğum zatlarla söyleşi arasında, yahudi meselesine temastan bilhassa kaçındık. Fakat Yahudi meselesi var. Sokaklardan belli.
Yahudilerin yerini Alman ekonomisi doyurmaya muvaffak olamamıştır. Boşlukları kati suretle hissediliyor. Yahudilere yapıldığı söylenen tecavüzler hakkında esaslı bir malumatım yok. Fakat Karisbatta eski Kaiserpark müessesesini kapalı bulup da sebebini sorduğum zaman, halis Alman kanından biri:
 -Yahudi olduğu için intihar ettirdiler, cevabını verdi.
Almanlar Çekoslovakyayı zapt ettiler. Çekleri hürriyete, refaha, saadete kavuşturduklarını temin ediyorlar. Bu iddianın bizzat Çekler tarafından ne dereceye kadar tasdik edildiğini göremedim. Çünkü yeni Çekoslovakyayı himayeleri altına alan Almanlar memleketi o kadar mükemmel muhafaza ediyorlar ki, hudutlarından içeri katiyen bir yabancı sokmuyorlar. Bu gün Çekoslovakya dünyadan alakası kesilmiş haldedir. Koca bir ülke büyük bir mahpestir. Buraya girilmiyor ve buradan çıkılmıyor. Şimdiki vaziyet budur.
 Fakat bu vaziyetten Alman milleti memnun olduktan, onu kendisi böyle istedikten sonra artık bizim Almandan fazla Alman olarak onun hesabına şikayet etmeye hakkımız yoktur zannederim.
Bütün bu izlenimlere ekleyebileceğim fazla bir şey yok sonuçta kısa bir süre sonra 2. Dünya savaşı patlak veriyor ve o dönemde yaşananlar ise herkesin bildiği şeyler çünkü günümüze kadar bu konu üzerine çok şeyler yazılmış çizilmiştir. Sanırım bir çok şey iki çizgi arasında gelişiyor toplumlarda ve tarihte yaşananlardan ders çıkarmayı bilirse insanlar sonuçları belli olan aynı şeylerin yaşanmasından uzak durarak her şeyi yaşanılası bir hale dönüştürebilir. Bu çok zor olmamalı...

22 Ocak 2016 Cuma

Berlin İntibaları 1939 8

NASYONAL SOSYALİZM DİNİ
 Müşterek bir dostun yanında, bir Alman mebusu ile tanıştım. Nasyonal Sosyalizm ve mebus? Bu iki tabir arasında bir münasebet bulunacağını o kadar unutmuşuz ki, Berlin' de 'mebus' kelimesini işitince adeta hayret ettim. Bu ne çeşit bir mahluktur? Yeni tanıştığım zatın yüzüne merak ile baktım. Almanya da mebus, bu sanki arabanın beşinci tekerleği. Başka memleketlerde bile ne işe yaradığı tartışma götüren bu mahlukun nazi rejiminde mevki ne olabileceğini zihnim bir türlü almıyordu. Konuşmaya başladık. Fakat bu zor bir şeydi. Benim pek kıt Almancam ile onun çok çetrefil Fransızcasını bir araya getirerek bir birimizin fikrini anlamak için bir vasıta temin etmek gereği vardı. Nazi rejiminde mebusların ne mevki vardır dememek için, Reihstag da işleri çok olup olmadığını sordum. Yorgunluktan şikayet etmedi. Fransızca olarak:      
 -Bizim yalnız bir hakkımız vardır, dedi ve cümlesini tamamlayarak, fikrini ifade edecek kelimeleri arar ve seçer gibi bir tereddüt vaziyeti aldı.  
 Bu tereddüt uzuyor, nazi mebusu bu yegane hakkın neden ibaret olduğunu anlatacak cümleyi bir türlü tertip ve ikmale muvaffak olamıyordu. Söyleşinin ilerleyebilmesi için, ona yardım etmek lüzumu artık hasıl olmuştu. Cümlesini, ben ikmal ettim:
 Size teklif edilen şeylerin hepsini tasvip hakkınız vardır değil mi?dedim.
 Kendisini bir zahmetten kurtardığıma memnun olmuş gibi, uzun uzun güldü. Fakat itiraz etmek bir görev idi.
 -Hayır dedi,  bu değil. Bizim bir imtiyazımız vardır, o da Führer'in söyleyeceği şeyleri herkezden bir hafta önce duymak imtiyazıdır.
 Yüzüne baktım, gayet ciddi idi. Şaka eder gibi bir tavrı yoktu. Nasyonel Sosyalist mebuslarının Führer'in söyleyeceği şeyleri sekiz gün önce duyma imtiyazını haiz olduklarını öğrenince, bir merakı gidermek istedi. Führer 28 nisanda Roosevelt'in mesajına cevap verecekti. 28 Nisana sekiz gün kalmıştı. Nihayetinde bütün dünyanın merak ile beklediği bu cevabı nazi mensupları duymuş olmak imkanı bulmuş olacaklardı. Onun için:
 O halde, rica ederim, dedim, anlatınız bana Führer 28 Nisanda ne söyleyecek?
 Muhatabım kendi sözüne mülzem olmuş gibi kahkaha ile güldü:
 -İşte yalnız bunu öğrenemedik, dedi.
 Bu sefer karşılıklı güldük. Birimiz Milli Hakimiyet rejiminin mebusu, birimiz Nasyonal Sosyalizm'nin mebusu olmakla beraber, meslek karşıtı derhal kendini göstermiş ve arada bir teklifsizlik başlamıştı. Alman mebusu bana kendi rejimleri hakkında biraz izahat vermek istedi.
 -Bizim Führer, dedi, nüfusunu, kudretini, otoritesini milletten almıştır. Fakat millete karşı mesul değildir.
Führer'in kimseye karşı mesuliyeti olmadığını bende biliyordum. Yalnız bunu felsefesini Nasyonal Sosyalistlerin ağzından dinlemek alakaya değerliydi. Cevap vermedim. Lakırtının sonunu dinliyor ve muhatabıma dikkatli dikkatli bakıyordum. Devam ettim:
-Bununla bereber, dedi, Führer'in büyük mesuliyeti vardır. Bu mesuliyet geçmiş insanlara karşı ve gelecek nesillere karşıdır. Mesuliyetin bu şekli hoşuma gitti:
-Böyle bir mesuliyeti bende kabul ederim dedim. Burada, muhatabım latife etmek istemedi:
 -Yok, dedi, mesuliyet mevhumu iyi anlaşılırsa, tarihe karşı mesuliyetin çok ağır bir şey olduğunda şüphe edilemez.
 -Sizin bu itikadınız var mı?
 -Tabii.
 -O halde, gerçekten bahtiyarsınız.
Muhatabım benim biraz 'sceptique' davrandığımı görünce, hafifçe içini çeker gibi oldu.
 -Bu bir dindir, dedi. Onun içindir ki, Nasyonal Sosyalizm ihracat malı değildir. Artık bundan sonra hiç bir mübahase ve münakaşaya imkan kalmamıştı. Bir ' Amentü' karşısında akıl ve mantığa yer yoktu. Bunlar bir birleri ile anlaşma imkanı olmayan iki yabancı dil idiler. Yani tanıştığım meslektaşı imanın neşesi ve saadeti içinde rahatsız etmedim. Sustum.
 Fakat içimden düşünüyordum. Alman milleti bu akıl ve mantığı, bütün rationalisme'i de inkar ederek, bütün insan haklarını, kendi haklarını çiğneyerek ve unutarak böyle bir imana sarılmak için ne kadar ıstırap çekmek, ne kadar ruhi ve ahlaki buhranlardan geçmiş olmak icap ederdi. Almanya etrafında çemberden bahsolunuyordu. Halbuki bu çemberi Alman milleti kendi eli ile yapmış, kendi eli ile ruhunun etrafında yükseltmiş ve bütün ümidi,sükun ve heyecanı ile buna sarılmıştı.
 Ne dereceye kadar samimi idiler? Bu soruyu sormaya kendimde hak göremiyorum. Samimiyetlerinden şüphe etmek için ortada bir sebep yok. Hatta kendi ihtiyarlar ile kabul ettikleri fedakarlıklar, onların bu yeni iman uğrunda her türlü ıstıraba katlanmaktan acı bir zevk duyduklarına bir şahittir.
 Devam edecek

20 Ocak 2016 Çarşamba

Berlin intibaları 1939 7

SPOR SAHASINDA
 Alman teknik ve dehasının muazzam bir eseri, gerçekten bir şaheser, düşünüş ve icra bakımından insanda hayranlık ve taktir hisleri uyandırıyor. Beden terbiyesi için bugün tasavvur ve tatbik edilebilecek bütün imkanları hep bir araya toplamış geniş ve muhteşem bir müessese.      
Almanlar bununla pek haklı olarak iftihar edebilirler. Fakat bu modern spor sahasını Nasyonal Sosyalizm için bir reklam maddesi olarak ileri sürmeye bilmem hak var mı? Çünkü Alman milleti her zaman bu türlü icraat sahasında gerçekten medeniyetin en ileride yürüyen üyelerinden biriydi. O hangi rejimde olsa yeteneğini gösterecektir.
 Otomobiller bizi idare binasını önüne bıraktı. Genç bir şef spor sahasını büyük maketi üstünde bize teşkilat hakkında umumi bir fikir verdikten sonra, her parçayı ayrı ayrı gezmeye başladık. İlkel, çimenler üstünde küçük bir çocuk grubu. Dört, beş yaşında çimenler arasında açmış çiçekler gibi tazelikli ve sevimli yavrular, bir güzel ablanın ve bir yeşil lalanın delaleti ile, oynuyorlar, sıçrıyorlar, koşuyorlar, yuvarlanıyorlar, daima bir hareket içinde daha o yaşta vücutlarını sertleştirmeye, çevikleştirmeye çalışıyorlar.
 Şüphe yok ki, bu çocuklar, bir genç erkek ve genç kadın çağına gelinceye kadar bu beden terbiyesinin muhtelif şekillerine devam ederlerse, fizik bakımından çok ileri bir vücuda getirileceklerdir. Fakat bu terbiye benim esaslı bir nokta hoşuma gitmedi. Daha ilk adımdan itibaren, müstakbel Alman vatandaşları emir ve kumanda değilse de, herhalde sevk ve idare altında hareket etmeye alışıyorlar. Bu mini mini çocuklar bu çayırların üzerinde kendi bildikleri gibi, istedikleri gibi koşup gezmiyorlar, oynamıyorlar. Onlara yanlarında ki abla ve lala bir kumanda veriyor, bir kumandaya göre koşuyorlar, zıplıyorlar, tırmanıyorlar, emekliyorlar. Bu hareketlerle muhakkak ki, beden kuvvetleniyor. Fakat ruh da daima emir bekleyecek bir kabiliyet kasbediyor. Çocuk kendi kendiliğinden gelme bir hareket ne olduğunu anlayamıyor, bilemiyor, tatbik edemiyor. Oyunda bile emir ve kumanda. Bu çocukların kendi ruhlarından doğması lazım olan teşebbüs kuvveti nerede? Bu çocuklar büyük adam oldukları, sosyete içinde bir rol ifa etmeleri lazım geldiği zaman serbest düşünme, kararlaştırma ve hareket etme zembereğini nereden bulacaklar? Hayatın en tabii fiilleri olan bu hareketlerde bile grup halinde yaşamaya, bir şeften emir almaya ve ancak ondan sonra yatıp kalkmaya, gülüp koşmaya alışırlarsa bütün hayatlarınca bu itiyadı muhafaza etmeyecekler mi?  Bunlar belki bir alet olacaklar, muhakkak bir sürü teşkil edecekler, ancak kumanda altında bir sürü iken bir kuvvet ve mana ifade eden bir varlık ifade edecekler. Fakat fert, hür, müstakil ve muhtar insan ne olacak? O nerede?
 Zaten Almanlar öteden beri, bariz bir ferdiyet ile sivrilmek istememişlerdir. Onlarda daha ziyade toplu yaşama, sürü teşkil etme ruhu galip, onlarda şahsi teşebbüsten ve muhtar hareketten ziyade disiplin hakim, görenek ve itaat hakim. Şimdi bu terbiye çocuğu doğar doymaz yakalayıp pençesine geçirir, onu hayatın ilk senelerinden itibaren bir hamur gibi yoğurmaya başlarsa, bu suretle imal edilecek seri insanlar manevi bel kemiğinden mahrum kalmayacaklar mıdır? Bunlar daima eğilecek, daima emir ve işaret bekleyecek değil mi?
 Nasyonal  Sosyalizm belki kendi hesabına doğru hareket ediyor. Memlekette kendisine mutlak bir itaat hazırlatıyor. Fakat böyle bir malzemeden teşekkül etmiş bir sosyete binası, zahiri şekli itibarı ile ne kadar muazzam ve müthiş olursa olsun, gerçekte ufak bir psikolojik sarsıntı ile parçalanacak bir kütle değil midir? Nasyonal Sosyalizm için belki bir kuvvet ve temel teşkil edecek bu terbiye Alman milleti ve Alman vatanı için, bir tehlike olmayacak mıdır? Hangimizin haklı olduğumuzu ne onlar görecek, ne ben. Davayı istikbal halledecek.
Şimdi bir yüzme havuzundayız, üstü kapalı. Yüksek bir kuleden, kadın, erkek, bir kaç genç atlıyorlar. Sinemaların bizi alıştırdıkları bir sahne, gerçekten beyaz perdedekinden çok daha canlı ve heyecanlı. Fakat bu bir endişe ve korku heyecanı değil. Tamamen bedil bir heyecan. Kendisini boşluğa fırlatan genç kızın, suya doğru düşerken ve düşmeden biraz önce, öyle bir süzülmesi, öyle bir jesti ve hareketi var ki, zihnimde kim bilir nasıl bir fikir müjdesi ile bana birden bire Nedim'in gazellerini hatırlattı. Bu atlayışı seyrederken hemen hemen aynı zevki ve keyfi duydum. Bu bir benden hareketi değildi, gerçek bir şiir idi. Göz önünde yaşayan ve ruha en tatlı bir bedil heyecan veren bu şiir, canlanmış, belirlenmiş bir güzellik. Genç kızı da, delikanlısı da o kadar güzel atlıyorlar.
 Havuzun içi bir curcuna ve alay. Otuz, kırk tane genç kız, müstakbel beden terbiyesi öğretmenleri, sular içinde oynaşmaya doyamıyorlar. Bu yetişmiyor gibi, bir de oyun icat etmişler. Havuzun kenarına, ayakları suya dönmüş halde sıra ile oturuyorlar. Birbirlerinin koluna giriyorlar, sonra en baştaki, tersine takla atar gibi bir hareketle, ayaklarını kaldırarak kendisini suya atıyor ve atarken yanındaki genç kızı, oda yanındakini sürüklüyor. Bir an içinde bütün bir gençlik dizisi, ipliği kopmuş bir inci gerdanlık gibi, sapır sapır havuza dökülüyor.
 Berlin deki spor sahasının ihtiva ettiği harikalardan biride, şüphesiz, eski Yunan tiyatroları şeklinde vücuda getirdikleri açık sahnedir. Spor sahasının içinde dağınık bulunan muhtelif müesseselere gitmek için otomobile biniyorduk. Burası işte bu kadar geniştir.
Yolda giderken çimenler üstünde yer yer ritmik jimnastikler yapan genç kız takımlarına tesadüf ediyorsunuz. Her takımın elinde elinde top vs. gibi ayrı bir küçük alet var. Bunları havaya atarak ve kaparak hareket ederken, bedenleri ile de manzum kımıldamalar yapıyorlar. Açık havadaki bu beden terbiyelerine büyük ve kapalı salonlarda daha kuvvetli tekrarlatarak alıştırmalar, koşuşmacalar ve şıçramalarda refakat ediyor.  Bu manzaralar sizi eski Yunan tiyatrosunun hasıl ettiği tesire iyice hazırlar, derhal zihninizde eski Hellade'in hatıra ve hülyaları uçurmaya başlar.
 Biz amfi tiyatroların en üst tabakasında bulunuyorduk. Bütün tiyatro binası, dairevi bir şekilde aşağı vadiye doğru iniyor ve ayaklarımızın altında kalıyordu. Yaklaştığımız zaman, berrak, ta kulaklarımızın dibinde, bir musiki havası başladı. Bu aşağıda, açık sahnenin arkasında ki düz ve örtülü yerden çıkıyor, büyük bir teknik başarı olarak muazzam tiyatronun her tarafına kadar aynı aynı kuvvet ve temizlik ile yayılıyordu. Sedanın aksi tertibatını bu kadar mükemmel idare etmişlerdi. Vadinin karşısına ağaçlı ve dik bir meyille tesadüf etmiş tepeyi süsleyen çamlar ve muhtelif ağaçlar manzaranın romantik ruhunu bütün bütün kuvvetlendirmişti. Tiyatro ve sahne bomboş olsa bile, yalnız şu kır manzarası, yalnız bu peyzaj gözü ve ruhu okşamaya kafi bir heyeti mecmua husule getiriyordu.Halbuki gözünüzün önünde, eski zamanlardan kopup gelmiş hala diri bir hayat sahnesi sizi lakayit bırakamıyor. Mazi ile hal bir birine karışıyor, içinizde muhtelif cereyanlardan mürekkep bir kasırga zıt düşünceler ve hislerle sizi sarsıyor.
 Nasyonal Sosyalizm eski Yunanistan'dan bir tiyatro binasını alıyor. Fakat ne gariptir ki o Yunan medeniyetinin kurduğu temeli yıkıyor. Naziler Yunanistan'da yalnız Ispartalıları gördüler ve onları şimdi kuzeyli ırkta diriltmek ve temsil etmeye kalktılar. Halbuki Yunanistan'ın yaşayan ve bugünkü garp dünyasını vücuda getiren felsefesi, kültürü, medeniyeti, Atina kültürüdür, ferde kıymet veren, hürriyeti ideal bilen Atina'dır. İnsanları bir alet halinde devletin kölesi yapan Isparta değil. Nasyonal Sosyalizm Yunan medeniyetini de kuzeylilerin eseri addediyor. Böyle olsa bile, Yunan medeniyeti Atina medeniyetidir ve Atina medeniyeti bugün Nasyonal Sosyalizm'in inkar ettiği hür ve müstakil insandır. O eski ve ölmez Atina'nın buraya yalnız şeklini ve zavahirini almışlar. On binlerce kişiye rahat rahat yer veren, en uçtaki noktalarına varıncaya kadar sahnenin bütün seslerini, modern teknik başarısı ile işittiren bu Yunan tiyatrosunda Nasyonal Sosyalizm seyircilere hangi dil ile hitap edecek ve ne söyleyecek? Bu fikir ve sanat mabet'inin içinde, fikir ve sanatı yaratan Atina ruhuna lanet okumak için bu kadar masrafa ve zahmete ne lüzum vardı?      
Oradan binicilik talimlerine tahsis edilen kısma gittik. Oradan, büyük gösteriler için hazırlanmış ucu bucağı bulunmaz meydana gittik. Yüz bin seyirciyi sinesinde toplayan bu muazzam bina, yirminci asrın beden terbiyesine verdiği önemi temsil eden bir abidedir, Nasyonal Sosyalizm Almanya'nın taptığı kuvvet için inşa edilmiş bir mabettir. Eğer beden kuvvetini temin için sarf olunan bu emekler, göze alınan bu fedakarlıklar, düşünme güçleri ve ruhun hür gelişmesini temine hizmet edilecek hamlelerle bir arada yürüseydi, hiç şüphe yok ki, Almanya insan medeniyetinin en önünde koşan, büyük bir mücahit sıfatı ile bizim derin hürmetlerimize ve hayranlıklarımıza hak kazanmış olurdu, dünyanın en ileri, en medeni, en yüksek kavmi sayılırdı.
 Fakat, ne yazık ki Alman yalnız maddi kuvvete önem veriyor. Fikir istemiyor, Hür ruhlu insana tahammül etmiyor. Burada düşündüğünü söylemek, şahsiyet sahibi olmak, bir fert ve insan olarak yaşamak bir kabahat değil bir cinayet.
Doğacaksınız, emir altında Nasyonal Sosyalizm'in istediği tarzda büyüyecek, yaşayacak ve hareket edeceksiniz. İstediğiniz kadar kuvvetlenebilirsiniz. Koşacak, şıçrıyacak, tırmanacak, koparacak, kıracak, ezecek, çiğneyecek, yakacak, bombalayacak ve öldüreceksiniz, fakat düşünmeyeceksiniz, yalnız itaat edeceksiniz. Kendinizin bir insan olduğunuzu hatırlamayacaksınız. Siz dünyanın en müthiş ve korkunç bir kuvvet makinesi tertibatı içinde değersiz ve kıymetsiz küçük bir çarksınız. Bütün kıymet ve ehemmiyet heyeti mecmuanın dır, fertleri bir ifrit gibi yutan o korku verici makinenindir ve o makine  de bir diktatörün keyfinin hizmetkarıdır.
 Devam edecek

19 Ocak 2016 Salı

Berlin İntibaları 1939 6

HİTLERLE KARŞI KARŞIYA
 Wilhelmstrasse'deki Alman şanseliyeliği binasına muhteşem bir daire ilave etmişler. Almanya da zaten yeni ne yapılıyorsa hepsi muhteşem ve muazzam oluyor. Görülüyor ki, Nasyonal Sosyalizm milletin büyüklüğünü, maddi büyüklükler, teknik başarılar ile ölçmeye pek meyyaldir.
 Şanseliye dairesini eskiden bilirim. Umumi harp içinde idi. Bethman Holwog bizi burada kabul etmişti. Harp bütün şiddeti ile devam ediyor, fakat bizde ve müttefiklerimizde yorgunluk eserleri hasıl oluyordu. Hatta sulh arzuları açıkça izhar edilmeye başlanmıştı. Ben, Türk milleti namına söz söylerken, bizim sulh istemediğimizi, yalnız zafer için dövüştüğümüzü anlatmıştım. Geçmiş günler. Almanya mı değişti, bizim mi gözlerimiz realiteyi daha iyi görmesini öğrendi.?
İmparatorluğun sığdığı ve iktifa ettiği şanseliye dairesini Nasyonal Sosyalizm kendi şan ve şerefi ve azameti ile mütenasip bulmamış olacak. Herhalde Führer'le bir noktada tamamen müttefikim. Şu biçimsiz ve manasız kübik belasını Almanya ya sokmamış. Modern mimariye bir güzellik vermeye muvaffak olmuş. Yanı şanseliye dairesini renk renk mermer döşeli salonları. gerçekten kibar, sade ve azametli. Çiçek açmış koca koca ağaçlar köşelerde etrafa taravet, neşe ve hayat neşesi serpiyor. Viyana saraylarından getirilen eşyanın bu yeni salonları süslemek konusunda çok işe yaradığını söylediler. Şimdi burada yirmi millete mensup misafir heyeti var. Yüz kırk metre uzunluğunda olduğu tahmin edilen büyük salonda yerleştik. Misafirler Führer'in huzuruna kabul olunacak. Onu bekliyoruz. Kafi derecede ayakta durduk ve bekledik.
 Nihayet, galiba Alman devlet reisinin teşrifi yaklaştı. Refakatcılar harekete geldiler, muhtelif milletlere mensup misafirleri gurup gurup topladılar. Her gurup, alfabe sırası ile yerini aldı. Sonra, küçük bir kumanda fısıltısı:
Davetliler aynı istikamette dizilecekler, grup arasında ufak bir fasıla olacak, grup şefleri başta duracak, bütün davetliler yalnız bir sıra teşkil edecekler..Bu kumanda tatbik edildi. Artık bekliyoruz. Alman disiplini misafir kabulünü bile askeri kaidelere iliştirmiş. Aklıma Kayzer geldi. Onun huzuruna daha kolaylıkla, daha az şart ile çıkmıştık.
İşte Führer. Karşı kapıdan, arkasında bir heyet ile göründü. İlerledi, yürüdü, şimdi alfabe sırası ile ilk gruptan başlayarak, davet ettiği misafirlerine ikram ve iltifat edecek. Misafirler selam vaziyetinde hürmet resmini ifa eden bir askeri kıta gibi tertipli ve hareketsiz duruyor. Führer 'merhaba asker' der vaziyette misafirlerini teftiş ediyor. Yalnız birer el sıkma ve grup reislerine bir kaç iltifat kelimesi.Selam muamelesi bitti ve misafirler, gördükleri iltifat ve teveccühten minnettar, birbirlerine karıştılar. Şimdi başka salona geçiliyor. misafirler daha serbest. Birbirlerine karışabiliyorlar, garsonlar tepsilerle dolaşmaya başlıyor, çay ziyafeti.
Fakat gözler daha ziyade Führer'i arıyor. O hakiki bir İmparator, hatta ondan da fazla bir şey, bir Führer, bir Hitler.Resimlerine çok benziyor. Halinde bir fevkaladelik yok. Daha ziyade donuk, sade, fakat azametli bir tavrı var. Mussolini gibi değil. O, bir salona girdiği zaman gözleri, etrafında hasıl olmasını beklediği hayranlık ve prestij hislerini görüp mütelezziz olmak ister gibi, her noktayı dolaşır ve mağrur jestlerle yürür.
 Führer daha ziyade, etrafa lakayıt hissini veriyor. Gözlerini uzaklara dikmiş gibidir. Ve uzaklardan gelmiş gibi hülyalı bir tavrı var. Devrimizde en büyük rollerden birini oynamış bir adam. Şüphesiz ki son sözünü söylemiş değildir. Bu söz ne olacak?
 Duruma yalnız bir cepheden bakılacak olursa, Almanya ya temin ettiği mevkiin büyüklüğü hiç inkar kabul etmez. Bugün, Almanya ecnebi ülkelere karşı başını kaldırabiliyorsa, onu işte şu basit üniformalı ve kahverengi gömlekli adamın azmine borçludur. Fakat Almanya ya bu mevki ne fedakarlıklar pahasına mal oluyor.? Orasını hesap etmek benden ziyade Almanlara ait.
Yalnız ,Hitler'in nerede duracağını düşünmek hepimizin hakkı. Çünkü onun bir sözü ile yarın bu çelik ordu, dünyayı kan içinde bırakabilir. Hitler bunu isteyecek mi? Karşımızdaki canlı muamma sırrını bildirmiyor.
 Hitler özel hayatı hakkında yazılan kitaplardan bazılarını hatırlıyorum. Bu hayatın sadeliği ve temizliği bir hürmet telkin etmemek imkansızdır. Hitlerde bu hırsıcah varsa o da, milleti hesabına. Eğer bu büyük iradeli, yapmasını ve istemesini bilen adam yalnız maddi kuvvete tapmak ile iktifa etmeseydi, ırkçılık hülyaları içinde yalnız şimallilerin ve neticede Almanların cihana hakimiyetlerini tesise kalkmasaydı, dünyada bütün bu küçük ve hususi menfaatlerin üstünde, tekmil cihanı kucaklayacak bir insan ailesi bulunduğunu da kabul edebilseydi, yeryüzünün manzarası ne kadar değişir ve mesut görünürdü. Devam edecek

18 Ocak 2016 Pazartesi

Berlin İntibaları 1939 5

Büyük gün..Bütün bu hazırlıklar,bu davetler yalnız Almanya ya değil tekmil dünyaya Alman şevket ve azametini, Nasyonal Sosyalizm rejimi sayesinde Almanya'nın dirilmesini ve yükselmesini göstermeye yarayacak bir geçit resmi içindi.
 Sabahleyin erkenden otelden çıkıyoruz. Gösteri 4 saat sürecek. Brandebourg kapısından sonra genişletilmiş ve süslenmiş muhteşem bir caddede arabalarımız adeta zorlukla ilerliyor. Geçit resmine iştirak edecek kuvvetler çoktan burada mevkilerini almışlar. Führer için, caddenin sağ tarafında küçük bir köşk yapılmış, bizim tribünler karşıda.Caddeler, balkonlar, hatta uzaktan caddeyi görebilecek tarasa ve damlar insan dolu.
 Führer geldi, kendisi için hazırlanmış koltuğa oturdu. Arkasında bir çok üniformalı maiyet. Bunlar derecelerine göre yer aldılar. İçlerinde üniformasız biri göze çarpıyordu. Sordum, Hacha dediler. Çekoslavakya'nın Alman himayesine himayesine girmesini imzalayan cumhur reisi. Şimdi Führer'in bendeleri arasında, Alman şevket ve azametinin şaheserini seyredecek. Kalbimde garip bir eza, gözlerimi bu adamdan ayıramıyordum.
 Almanya'nın dostu küçük devletler için hazırlanan mukadderatı temsil eder gibi geliyordu bana. İstikbalde başka bir resmi geçitte acaba Hacha'ya kimler refakat edecekti? Havada büyük bir gürültü:
Uçaklar, bunlar dokuzar dokuzar, yırtıcı insan kuşları gibi gelip geçtiler. Takım takım geldiler ve geçtiler. Geçit resmi başladı ve bitmedi. 4 saat bu. Hiç bitmeyecek, ilanihaye sürecek, hepimizin ömrü bitecek, bütün beşeriyetin ömrü bitecek ve ortada yalnız bir tahrip selinden başka bir şey kalmayacak gibi bir intiba duydum.
Filhakika, devam ettikçe bu bir kabus şeklini alıyordu. Mekanik bir tekemmüle göz dikerek, insani ve yumuşak hareketlerden, tabii hallerden azami derecede uzaklaşmayı mükemmeliyet amacı diye kabul etmiş bir mızıka takımının tamamen cansız bir makineyi taklit eder hareketleri bizi hayalen bir kabus alemine götürmeye bütün bütün yardım ediyordu. Etrafımda sanki dünya kararıyordu. Bir karma karışılık alemini içinde yalnız top, tüfek, tank ve ateşten mürekkep bir sel akıyordu.
 Dünyanın ilk zamanlarını düşününüz. İnsan denilen aciz mahlukun bütün tabiata, bundan daha büyük ve vahşi hayvanlara zavallı bir halde, mağara kovuklarında, ağaç tepelerinde, göller üzerindeki kulübelerde nasıl barınmaya çalıştığını hatıra getiriniz. Bu aciz mahluk işte bu vaziyette yola çıktı, ilerledi, yükseldi, Tabiatın esrarına bir dereceye kadar nüfus etti, ona hakim oldu ve nihayet medeniyet ve insaniyet kurdu. Bütün bunları ne ile yapabildi?
 Akıl ve zeka ile, muhakeme ile, çalışma ile, aynı zamanda o yarı yırtıcı hayvanın için de birde maneviyat kıvılcımı parladı, tutuştu ve bir ateş haline gelerek ona başka bir yol gösterdi, manevi kıymetlerden mürekkep bir sistem vücut buldu. İnsanlar hak, ahlak, adalet mefhumlarına malik oldular. Artık onları eski vahşet ve barbarlık dertlerinden sıyrılıp kurtulmuş ve insan olmuş addedebiliyorduk, bir insanlık var diye iman besliyorduk. Fakat şimdi içine daldığımız bu muazzam, bu hudutsuz, bu müthiş kabus insanlığın iftihar edebileceği o manevi kıymetlerden ne kadar hissedardı?
 Kamyonlara takılan bir çocuk oyuncağı gibi kolaylıkla sürüklenen dehşetli toplar, o muazzam çelik kütleler, masalların ifritleri gibi kan içen, maniaları parçalayan, dağları aşan tanklar, süngüler, insan öldürmek için hazırlanmış daha bin bir türlü silahlar ve cihazlar bize yalnız kuvvetten, yalnız yırtıcı ve vahşi sevki tabilerden başka neden bahsediyorlardı. Görüyorduk, iman ediyorduk, Almanya pek kuvvetli idi. Kendisini toplamış, silkinip kalkmıştı. Silahları mükemmeldi, askeri talimli idi. Fakat ne yapayım ben bunları? Ben yalnız yırtıcı hayvan neslinde gelmiş bir mahluk muyum? Buradan aslanlar ve kaplanlar geçselerdi onların azametli böğürmelerini, rüzgarla havalanmış yelelerini, kuvvetli adalelerini de alkışlayacak mıydım?
 Burada benim insanlığımı tatmin edecek, bana insan olduğumu hatırlatacak, beni insanlık vazifeleri ve kıymetleri ile karşılaştıracak ne var? Evet muazzam bir kudret var, muhteşem bir irade, bir azim, bir gayret, bir inzibat ve disiplin var. Fakat neye yarar bunla ki, yalnız tahrip için, yalnız öldürmek ve etrafa felaket saçmak için müthiş vasıtadan başka bir şey ifade etmiyorlar.
Bu kuvvetin yanı sıra, iki bin seneden beri insaniyete rehber hizmeti görerek karanlıklarda onun yolunu aydınlatmış, hürriyet, halk , sulh ve kardeşlik gibi büyük idealler de birlikte yürüselerdi ve bu kuvvet kavimler arasında sulh ve emniyetin istikrarına hizmetten başka bir gaye takip etmeseydi, o zaman karşımda hayatının en gururlu ve bahtiyar dakikalarını yaşayan Führer'i ben de ne kadar candan tebrik ederdim.Devam edecek

17 Ocak 2016 Pazar

Berlin İntibaları 1939 4

Nasyonal Sosyalizm büyük inşaat ile pek müftehir.
 Bizi Tempelhof'daki uçak meydanına götürdüler ve bir buçuk seneden beri yapılmakta olan uçak istasyonunu gezdirdiler. Muazzam meydanın üzerinde çimenler üzerinde küçük bir duman daima surette yükseliyor ve rüzgarın sevki ile uçup gidiyor. Bu rüzgarın istikametini kolayca anlamaya hizmet eden bir işaret. Uçak meydanı Haliç vapur iskeleleri kadar işlek. 24 saat içinde buraya 50 uçak gelip gittiğini söylediler. Avrupa'nın hemen  her tarafından, şüphesiz ki,sair kıtalar dan da muazzam postalar burada karaya iniyor ve havaya yükseliyor.
 Luft Hansa'nın mutat postaları yapan büyük uçaklarından birinin içine bindik. Karaya bağlı bir halde duran uçak pek rahat. Biz orada iken bir, iki uçak geldi ve bir kaç tanesi de havaya yükseldi. Uğurlamaya gelenlerin salladıkları mendillere uçakların kapalı pencereleri arasında ki başlar mukabele ettiler. Uçak yolculuğu artık fevkaladeliğini kaybetmiş. Şimdi uçtuklarını gördüğümüz kimseler bir kaç saat sonra Amsterdam'da. Galiba gecenin karanlığı bile seyahate mani olamıyor. Bir kısım yolcularda Stokholme uçtular.
 Uçak meydanının asıl görülecek ve bihakkin iftihar edilecek parçası, inşaatı daha bir seneye kadar bitmeyecek olan istasyon. Kalplerinin kuvvetine güvenenler üç yüz ayaktan fazla merdivenden tırmanarak bunu çatısına kadar çıktılar. Burasını muazzam bir tarasa olduğunu ve seksen bin kişinin rahatça oturabileceğini temin ettiler. Yazarken bu rakam bana o kadar büyük geliyor ki, acaba, hatırımda yanlış kalma eseri olarak, istemeden mübalağa mı ediyorum? diye tereddüt de düşünüyorum.
Yapılacak iş yalnız bu binadan ibaret değil, istasyonun dış tarafında da büyük imar faaliyeti göze çarpıyor. Orada daire şeklinde muazzam bir meydan vücuda getirilecek. Bu meydanın bir parçası yine binalardan teşekkül etmiş. Diğer parçası da mevcut koca koca binalar yıkıldıktan sonra daireyi tamamlamak üzere tekrar yapılacak. Aynı zamanda ortada havuzlar, fıskiyeler, hatta şelaleler olacak. Sarf edilen gayret, dökülen para insanı düşündürdüğü gibi, projenin, düşüncenin büyüklüğü ve cüretkarlığı da hayret ve taktir hissi uyandırıyor.
 Almanlar aynı büyük görüşü, geniş düşünmeyi ve cesurane icraatı  Berlin'nin başka taraflarında da ispat etmişler. Brandeburg kapısının dışında Tiergarten'e doğru giden caddeyi dokuz seneden beri görmemiştim. Burası şimdi tanınmaz halde. Kapıdan sonra cadde, ormanın kesilmesi ve açılması sureti ile çok genişletilmiş. yanan Rayhstag'ın karşısındaki koca sütun yerinden sökülerek, esatiri devlerin sırtında taşınır gibi, bu geniş, doğru ve bitip tükenmek bilmez caddenin ortasına konmuş. Asfalt yol bu abidenin etrafından dolaşıp geçiyor. Bir ucu Unter der Linden'dedir. Opera binasının önünden başlayan bu harikanın tam 20 km uzunluğu olduğunu temin ettiler. Bir şehir içinde 20 km lik bir cadde? Bütün bu cadde şimdi sık sık yükselen beyaz boyalı küçük ve yüksek tenvirat kuleleri ile süslü. Hepsinden bayraklar sarkıyor ve tepelerinde geceleyin meşaleler hiç sönmeden parlıyor. Aynı zamanda çılgın, bol miktarda ve gizli bir elektrik ziyası bütün beyaz kuleleri gecenin karanlığı içinde yükselmiş nurdan bir fıskiye haline kalbediyor.
 Nasyonal Sosyalizmin aynı cesur, azametli irade ve icraatına yeni yapılan spor sahasında da şahit oldum. Fakat bunu ayrıca anlatmak isterim.
 Nasyonal Sosyalizm yalnız Almanların ruhuna değil, Berlin ve Almanyayı ziyaret eden bütün yabancılara da bir büyüklük, bir harikuladelik intibası bırakacak tarzda hitap etmeyi kendisi için en büyük iftihar ve propaganda vasıtası olarak intihap etmiş zannediyorum. Bu yapılan işler, ister istemez, sizin üzerinizde bir hayret uyandırmaya namzettirler. Fakat biraz fikri tenkit, biraz teemmül ve mülahaza, üzerinde yapılmak istenen tılsım ve efsunun zincirini parçalıyor. Gözlerinizin önündeki inkarı kabil olmayan muvaffakiyet, kudret ve azamet Nasyonal Sosyalizm' in eseridir yoksa Almanların eseri midir?
 Demek istiyorum ki ,rejim bunda hiç bir rol oynamıyor. Almanlar hangi rejim de olursa olsun daima harikalar yaratmışlardır. Almanya Nasyonal Sosyalizmden öncede büyük tasavvurlar, büyük icraatlar diyarı idi ve daima nikbinlik şaheserleri ile cihanda hayranlık toplardı.
 Şimdi koca bir milletin bütün menabii bir tek şefin keyfi ve emrine tabi bir hale sokularak bir çok sahalardan fedakarlık edilmek bahasına elde edilen imkanlar mahdut noktalar üzerinde birikince birden bire göze çarpan neticeler tabidir ki, daha harikulade görünüyor. Fakat bu bir normal gelişme değil zannederim. Çünkü her sahanın aynı nispet dairesinde genişlemediği intibasını alıyorum.
Devam edecek

16 Ocak 2016 Cumartesi

Berlin intibalar 1939 3

MEÇHUL ASKERİN KABRİNDE
Bu gün meçhul askerin kabrine çiçek konacak. Otelin kapısında zabıta girip çıkmayı temin etmese yol bulmak mümkün değil. Berlin'in işsiz ve meraklı çoluk çocuğu Fürer'in yirmi milliyete mensup misafirlerini temaşaya pek önem veriyor. Sokaklarda adete bütün şehrin ve Almanya'nın kalbi çarpar gibi bir titreme, gurur,azamet, gösteriş hisleri ile dolu bir çırpınma var.
 Unter der Linden üzerindeki meçhul asker abidesine yakın bir noktada otomobillerimiz den iniyoruz. Asker dizilmiş. Muhtelif milletlere mensup murahhas heyetleri alfabe sırası ile yerlerini alarak bekliyorlar ve bir asker intizamı ile diziliyorlar. Selam resmini ifa edecek askeri mızıka takımı geliyor. Almanlar bütün intizam,makineleşme ve gösterme arzularını bu küçük teşkilat üzerinde sanki merkez ettirmişler. Bunlar canlı birer insan değil.Tam gerçek bir makine. Hareketleri makinelerin insanlara yaklaşmayan keskinliğini, caliyetini arz ediyor. Makineyi insana hizmetkar bir kuvvet olarak kullanmak,medeniyetin temin ettiği en büyük bir nimet. Fakat insanları makine haline sokmaktaki zevki ve bunu bir başarı addetmeyi bir türlü anlayamıyorum. Zevk meselesi üzerinde ne nafile münakaşa edelim?
 Şimdi bizimde sıramız geldi. Meçhul askerin kabrine doğru yürüyoruz. Her milletin taktim ettiği çelenkler yerlere dizilmiş. Kalplerde derin bir huşu ve heyecan. ..Dışarının bütün velvelesini boğan haşmetli bir sükut her şeye hakim. Bila ihtiyar,ayaklarının ucuna basmak ihtiyacı hasıl oluyor. Karşımızda, ayaklarımız altında beşeriyetin ebedi bir yarası, alnına basılmış bir felaket damgası halinde bir zavallı insan yatıyor.
 Kim bu? Meçhul bir Alman neferi...Fakat şu zavallı yer yüzünün bir çok metruk köşelerinde, boşu boşuna akmış kanların kurumuş pıhtıları arasında, milyonlarca böyle insan yatıyor. Bu Alman neferinin yanında benim vatanımın evlatları da hayatlarını feda etmişlerdi, patlayan bir obüs onlara müşterek bir ölüm getirmişti. Biz burada yatan meçhul ölünün millet ile mukadderatımızı birleştirmiş, bir silah kardeşliği içinde, aynı ümit ve heyecanın raşalarını ruhumuzda duymuştuk. Karşımızdaki meçhul ölü bize bu müşterek mücadelenin hatıralarını, hissini hikaye ediyor, bize kendi kurbanlarımızı da hatırlatıyordu.
Aradan 20 sene ancak geçmişti. Dün davalarını müdafaa için varlığımızı tehlikeye attığımız bu dostlar, bu müttefikler bugün milli istiklal ve hürriyetimizin ufkunda, tehditkar bir tehlike gibi, kartallarının yırtıcı pençelerini göstermiyorlar mıydı? Niçin biz Almanlar uğrunda bu kadar evladımızı verdik?Bugün onları karşımızda görmek için mi? Dün yan yana birer kahraman gibi ölüme atılanlar yakın bir yarında birbirlerinin boğazına mı atılacaklardı? Alman milleti bunu yapabilir mi? Eli titremeden, kalbinde isyan duymadan Türk'e, dünkü en sadık, en mert ve fedakar silah kardeşine tüfek atabilir mi?
Milletler arasında da fertler arasında ki ahlak düsturları cari olsaydı, müsterih, emniyet içinde oturabilirdik. Fakat bu fertler bir araya gelip bir cemaat, bir millet olunca yırtıcı kurtlardan oluşan bir sürü vücuda gelmiyor mu? Bu yalnız Almanya ya münhasır bir kusur değil, dünyanın her tarafında hüküm süren bir vahşi kanun..
 Sükut ve heyecan içinde duruyor ve hep bir arada düşünüyoruz. Bugün şu meçhul Alman neferinin hazin enkazı önünde Avrupa'nın her tarafından gelmiş bu muhtelif insanlar arasında müşterek bir insanlık rabıtasının şuuru acaba canlanıyor mu? Burada Berlin de toplanmakta maksat ne? Fürer'in 50. inci yıl dönümünü alkışlamak. ..Fakat Almanya'nın büyük şefi dünyaya bir sulh ve sükut havarisi cehresi ile hitap etseydi bu alkış ne kadar candan, ne kadar heyecanlı ve sıcak olacaktı.
 Dünün kurbanı huzurunda yarının kurbanlarının acısını da şimdiden tadıyor gibiyiz. Yarın duman, ateş ve kan ile kaplı bir ufuk.. Bu ufkun üzerinden Hitler'in mistik bir cezbe içinde harici dünyadaki hadiselerden uzaklaşarak ideale dikmiş dalgın gözleri bakıyor. Fürer ne hazırlıyor ve misafirlerine ne göstermek istiyor? Bütün endişeleri izole edecek bir tatlı yüz, bir insani söz mü, yoksa Alman satvet ve gururunun ilham ettiği haşin ve mütehakkim bir jest mi?
 O akşam sokaklarda meşaleler taşıyan alaylar heyecan içinde dolaşıyorlardı:ve Fürer açık bir otomobilde, şoförün yanında, ayakta, yüksek ufuklara uçmak için hazırlanmış bir Alman kartalı gibi, alkış ve takdis çığlıları ile muhat, canlı bir istifham noktası gibi geçti. Seksen milyon Alman bu insanın tek bir işaretine bağlı. Hakikaten bir nehir teşkil edebilecek kadar insan kanı bu adamın bir işareti ile yarın akmaya başlayabilir. O ne düşünüyor? Ne hazırlıyor?
 Meçhul askerin kabrini o ziyaret ederek bir dakika vicdan ile baş başa kalabilseydi belki dünyanın üstüne çöken bu karanlık bulutların arkasından şu bahara yakışır bir güneş doğardı...
Devam edecek.

15 Ocak 2016 Cuma

Berlin İntibaları 1939 2

Berlin'e varışımızın ertesi günü resmi program haricinde kalmış boş ve özel bir zamandı. Şehirde serbestçe gezmeye imkan vardı.
 Unter der Linden'in meşhur ıhlamurları kesilmiş.Caddenin altından yapılan şimendifer uğrunda acı bir fedakarlık. Fakat yenileri dikilmiş. Cadde yine eski gölgeliğini bulacak. Şimdi bu ağaçlardan başka kısa aralıklarla yükselen beyaz boyalı, muazzam sütunlar var ki, üzerlerinde Alman kartalını taşıyor. Donanma gecesi hepsi aydınlatılacak. Son hazırlıkları ikmal için çalışıyorlar.
 Bizde Cumhuriyetin 15. nci yılı nedeni ile altıncı dairenin önünde, Taksimde sokaklara böyle boyalı direkler dikmiştik. Aralarındaki fark bizim aleyhimize olarak fena göze çarpıyor.
 Büyük caddelerde büyük bir değişiklik yok. Zaten esaslı surette meydana gelmiş ve ilerleme kaydetmiş payıtahtların merkez semtlerinin çok değişmesine imkan olmaz ki. Bütün yeni inşaat, genişleme ve yayılma hareketleri etraf mahallelerde göze çarpabilir. Berlinin büyük ve meşhur caddelerinde yeni inşaat ve genişlemelere şahit olmuyorsak da boyaların tazeliği görülüyor. Bu, Almanyanın başka taraflarında ve Almanya ya yeni katılan yerlerde, sonra bilhassa gözüme çarptı. Örneğin Karlsbad'da büyük bir badanacılık faaliyeti var. Senelerden beri boya yüzü görmeyen bina cepheleri şimdi ya bir askeri kışla gibi sarı, ya krem.
 Resmi dairelerin kapısı önünde ki granit merdivenleri bile çekiçleyerek taze ve yeni bir hale sokmaya çalışıyorlar. Aynı gayret Viyanada da görülüyor. Büyük operanın cephesi iskelelerle kaplı. Kaertner Strasse'de bir çok binaların önünde tahta perdeler çekili. Hepsi taze taze boyanıyor. Herhalde Nasyonal-Sosyalizmin dış görünüşe çok önem verdiğine şüphe yok. Bina mı boyuyorlar, göz mü boyuyorlar? Kim bilir.
 Ancak bütün bu itinaya rağmen, dükkanların içi boş değil ama, keyfiyet ve zenginlik itibarı ile çok aşağı. Cepheye ne kadar kıymet verilirse verilsin, birden bire hasıl olacak yenilik ve parlaklık intibası vitrinlerin sönüklüğü ile derhal uçup gidecektir.
 Berlinin ve Viyananın,meşhur mağazalarında nefis,zarif ve kıymetli eşya yok. Viyananın, Graben ve Kaertner Strasse gibi en zengin caddelerinde kalmış bir kaç kuyumcunun vitrininin, bizim Beyoğlun'daki kuyumculardan daha fukara göründüğünü söylersem hayret etmez misiniz?
Berlinde ucuz, suni ipek, taklit eşya istediğiniz kadar bol. Fakat iyi cins eşya,zarif ve metin eşya, ortadan kalkmış. Viyanada da aynı hal. Bu neden? Yahudilerin memleketten ve hayattan çıkarılmasından mı?
 Bu sönüklüğün yalnız bununla izah edilemeyeceği şüphesiz. Memleketin umumi hayatı buna sebep olduğuna hükmetmek daha doğru olur gibi.
Bu mevsimde bomboş olan Karlsbad'ın hemen bütün dükkanlarının açık bulunmasını ve alışılmış olmayan kalabalığın görülmesini bana izah edenlerden biri,Karlsbad'da halis ve iyi eşya bulmak ümidinin de bunda bir rol oynadığını temin etti. Fakat Çekoslovakya'nın iyi eşyası çoktan Berlin'e taşınmış ve burada eski mallardan bir şey kalmamış. Nasyonal-Sosyalistlerin Berlin ve bütün Almanya şehirlerine parlak bir harici manzara vermek yolundaki gayretlerinin mağazalarda ki eşyanın değersizliği yüzünden akim kaldığında hiç şüphe edilmez.
Ya fiyatlar? Almanya'da iki türlü mark bulunduğunu biliyorsunuz. Tabi zan olunan mark bizim para ile elli kuruş kadardır. Seyyahlara günde elli, yüz mark nispetinde verilen ikinci nevi mark ise, takriben 25 kuruşa mal olur. Asıl mark hesabı ile Almanya'da yaşamak çok pahalıdır. Bu para ile hiç bir eşya satın alamazsınız. Ancak Register marklardır ki, fiyatlarda bir denge temin edebiliyor. Görülüyor ki, Alman markının gerçek kıymeti bizim para ile 24,25 kuruştan ibarettir. Fakat Alman hükumeti bunu suni bir tedbir ile 50 kuruşta tutmak için ısrar ediyor. Alman markının Alman hudutları haricinde hiç kıymeti yoktur, bir kağıt parçasından ibaret telakki olunuyor.
 Yanımda kalan 10 markı Viyanadan Peşte'ye gelirken vagon restoranında verdim. Kıymeti yoktur diye kabul etmediler. Tecrübe için aynı parayı Sırp ve Bulgar hudutları içinde de teklif ettim. Yine almadılar. Almanya dan çıkarken yanlarında 10 mark götürmeye mezun olanlar bu markları kağıt değil,gümüş olarak alırlarsa yemek vagonunda sarf etmek olanağını bulacaklardır.
 Bütün bu Alman parası hesaplarına girerken,ben bir Türk sıfatı ile şunu düşünüyorum. Biz Almanya ya mal satıyoruz. Mukabilinde 50 kuruş hesabı ile bize mark veriyor ki, gerçekte bu markın dünya piyasasında kıymeti bunu yarısıdır. Kendimize zahiren karlı iş yapmış sanıyoruz ama, bilmem ki iktisatçılarımız ne derler.
 Devam edecek

14 Ocak 2016 Perşembe

Berlin İntibaları 1939 1

Bu gün sizinle sanat ve tiyatronun dışına çıkarak, konu olarak ilgimi çeken 1939 senesi Yedi Gün dergisindeki bir yazıyı paylaşmak istiyorum. İlgimi çeken noktası ise, 1940 da 2. Dünya savaşı patlak vermeden önce  Führer Almanya'sında 1939' daki izlenimlerini anlatan Hüseyin Cahit'in Berlin intibaları adlı yazı dizisi.
  Şimendiferli bir yerden geçtiğim zaman, yağmurlu bir havaya, kuru bir mevsime tesadüf ederseniz manzaranın güzelliği, toprağın zenginliği hakkında iyi bir fikir edinemezsiniz. Fakat bu, sizin bir an içinde hasıl ettiğiniz izlenim, gerçeğin ancak ,pek küçük bir parçasına denk eder. Gerçeği heyeti mecmuası ile kavrayabilmek ve esaslı bir fikir elde edinmek ancak uzun zamanlar içinde muntazam usuller dairesinde yapılacak müşahedelerle anlaşılabilir.
 Hitler'in 50. ci yıldönümü münasebeti ile gittiğim Berlin'in bıraktığı intibaları bu sütunlarda okuyucularıma anlatırken, yukarıdaki mülahazalar zihnimden geçiyor. Onları okuyucularıma da bildirmek istedim. Çünkü birkaç gün içinde Berlin de hissettiğim şeylerin yeni Almanyayı gerçekten olduğu gibi tasvir ve temsil ettiği iddiasına kalkmak çok gülünç olur.
 Bunlar ancak çok kısa bir seyahatten , karışık bir sinema şeridinden aksetmiş geçici görüşlerdir ki, ufak bir kıymetleri varsa o da samimiyetlerin dedir. Gerçek benim bir şimşek aydınlığı içinde gördüğüm gibi midir? Buna ben bile emin değilim. İşte bu fikir adamı için en iptidai bir dürüstlük görevi olan şu itiraf ve olayın başlangıcından sonra beni dinleyiniz:
Tren Alman hudutlarından girdi. Vagon restoranındaydım. İlk göze çarpan şey bunun tenhalığı ve fakirliğidir. Almanya'da yiyecek maddelerinin azlığı, her şeyin tesis edildiği yolunda ki sözlerin bırakmış olacağı etki dolayısı ile midir, nedendir bilmem içtiğim kahvenin sütü bile bana tatsız geliyor. Almanya'da daha yağlı ve kaymaklı sütlere alışık idik zannediyordum. Hele gatoların çok adi olduğunu düşünürken, kendi kendimi haksızlık etmediğime dair inandırmak için, deliller arıyordum. Bu ilk tesir, önemli bir şey değil. Etraftaki bir kaç kişinin yüzlerine bakıyordum. Bir iki arkadaş olanlar bile çok konuşmuyorlardı. Hele yalnız olanlar muhakkak ki düşünceli ve neşesiz. Bu bir gerçek mi yoksa bütün önce duyduklarımın gözlerime taktığı tarafgirane bir gözlüğün yanılttığı galat bir görüş mü?
Kendimi objektif olmaya adeta zorluyorum. Hayır. Bu vagon restoranda benim bildiğim Alman neşesinden, kaygısızlığın dan eser yok. Sanki herkesin omuzlarında bir yük, içlerinde bir endişe var. Bu nedir? Bilmiyorum ki.
 Fakat bende de aynı hal. Vagon restoranının manzarasından mı geçti, yoksa benim içimden aksederek muhite bu solgun boyayı o mu vurdu.?Arkadaki masada bir Alman yolcu ile garson arasında uzun bir tartışma bir türlü bitmiyor. Garson hafif hafif söylendiği halde müşteri hararetli. Bir halk müdafaa ediyor gibi coşkun. Dava halledilemedi. Garson dışarı çıktı, bir süre sonra kondüktör kılıklı çelimsiz bir adamla geri geldi. Hiddetli müşteri ona derdini anlattı anlattı. Fakat haksız olacak ki gelen kondüktörün kısa bir sözü üzerine yerinden kalktı. Dizlerinin üzerinde ki büyük valizi alarak gitti. Mesele bitti. Bildiğim Alman karakteri hiç değişmemiş. Önce hak zannedilen bir nokta üzerinde ısrar ve dava, sonra otorite karşısında mutlak bir itaat ve disiplin.
 Akşam yemeği ilk aldığım intibayı silip süpüremedi: bilakis kuvvetlendirdi.
 Almanya muhakkak bir kıtlık rejimi içinde yaşıyor. Bütün menü  öküz kuyruğu çorbası ile patatesli bir parça etten ve peynirden ibaretti. Büyük harp zamanında bile Alman vagon restoranları bundan fakir değildiler. Bilakis bir öküz kuyruğu çorbası galiba Alman vagon restoranların da bir standart yemek haline gelmiş olacak ki, onu sonra Berlin'den Karlsbad'a gelirken trende yine buldum. Yemiş yok. Bu Almanya için büyük bir mahrumiyet. Demek oluyor ki 'Tereyağı yerine top' siyaseti uydurma bir lakırdı değilmiş.
 Friedrich Strasse istasyonuna gece yarısından önce çıktık. Yanımızdaki generaller şerefine askeri bir kıta sokakta resmini ifa ediyordu. Fakat bu Alman neferlerin de benim umumi harp görmeye alıştığım Alman neferlerinin çehresi yok. Sevimli, metin, kahraman birer yüz. Fakat çok ince, ya boylar pek uzamış yahut hep uzun boylu seçilmiş. Ziya bolluğu, süngü pırıltısı, asker safları, askeri mızıka havaları içinden bir harp rüyası görür gibi geçtik.
 Adlon Hotel'e geldik. Bütün yabancı davetliler burada. Miktarları yirmiye kadar olduğunu söylediler. Yeni bir' Babil Kulesi'
.Buraya ne için geliyoruz? Führer'in 50. yıl dönümü münasebeti ile yapılacak şenliklerde hazır bulunmak için bilhassa dünyanın dört bir tarafından çağrılan bu misafirlere Almanlar ne gösterecekler, ne söyleyecekler.? Yeni baştan kurulmuş Alman Şevket ve azametinin ne kadar yükseldiğini mi bilhassa göstermek isteyecekler? Yoksa Alman milletinin fikir, sanat,medeniyet,ilim ve kültür sahasındaki sulh perverane mesaisinin eserine mi şahit olacağız?
 Führer bize, dünya siyasetinin bu en karışık dakikasında kuvvetli bir yumruk mu gösterecek, yoksa bütün beşeriyet için dost ve sevimli bir el mi uzatacak?
 Fazla tren yorgunluğu nedeni ile rahat yatakta bile rahat bulamayarak, bir taraftan bir tarafa dönerken, yarı uyanık bir rüya içinde karmakarışık hülya ve manzaralar beni muhtaç olduğum sukuta kavuşturmaktan men ediyordu.
 Devam edecek