Bu gün sizinle sanat ve tiyatronun dışına çıkarak, konu olarak ilgimi çeken 1939 senesi Yedi Gün dergisindeki bir yazıyı paylaşmak istiyorum. İlgimi çeken noktası ise, 1940 da 2. Dünya savaşı patlak vermeden önce Führer Almanya'sında 1939' daki izlenimlerini anlatan Hüseyin Cahit'in Berlin intibaları adlı yazı dizisi.
Şimendiferli bir yerden geçtiğim zaman, yağmurlu bir havaya, kuru bir mevsime tesadüf ederseniz manzaranın güzelliği, toprağın zenginliği hakkında iyi bir fikir edinemezsiniz. Fakat bu, sizin bir an içinde hasıl ettiğiniz izlenim, gerçeğin ancak ,pek küçük bir parçasına denk eder. Gerçeği heyeti mecmuası ile kavrayabilmek ve esaslı bir fikir elde edinmek ancak uzun zamanlar içinde muntazam usuller dairesinde yapılacak müşahedelerle anlaşılabilir.
Hitler'in 50. ci yıldönümü münasebeti ile gittiğim Berlin'in bıraktığı intibaları bu sütunlarda okuyucularıma anlatırken, yukarıdaki mülahazalar zihnimden geçiyor. Onları okuyucularıma da bildirmek istedim. Çünkü birkaç gün içinde Berlin de hissettiğim şeylerin yeni Almanyayı gerçekten olduğu gibi tasvir ve temsil ettiği iddiasına kalkmak çok gülünç olur.
Bunlar ancak çok kısa bir seyahatten , karışık bir sinema şeridinden aksetmiş geçici görüşlerdir ki, ufak bir kıymetleri varsa o da samimiyetlerin dedir. Gerçek benim bir şimşek aydınlığı içinde gördüğüm gibi midir? Buna ben bile emin değilim. İşte bu fikir adamı için en iptidai bir dürüstlük görevi olan şu itiraf ve olayın başlangıcından sonra beni dinleyiniz:
Tren Alman hudutlarından girdi. Vagon restoranındaydım. İlk göze çarpan şey bunun tenhalığı ve fakirliğidir. Almanya'da yiyecek maddelerinin azlığı, her şeyin tesis edildiği yolunda ki sözlerin bırakmış olacağı etki dolayısı ile midir, nedendir bilmem içtiğim kahvenin sütü bile bana tatsız geliyor. Almanya'da daha yağlı ve kaymaklı sütlere alışık idik zannediyordum. Hele gatoların çok adi olduğunu düşünürken, kendi kendimi haksızlık etmediğime dair inandırmak için, deliller arıyordum. Bu ilk tesir, önemli bir şey değil. Etraftaki bir kaç kişinin yüzlerine bakıyordum. Bir iki arkadaş olanlar bile çok konuşmuyorlardı. Hele yalnız olanlar muhakkak ki düşünceli ve neşesiz. Bu bir gerçek mi yoksa bütün önce duyduklarımın gözlerime taktığı tarafgirane bir gözlüğün yanılttığı galat bir görüş mü?
Kendimi objektif olmaya adeta zorluyorum. Hayır. Bu vagon restoranda benim bildiğim Alman neşesinden, kaygısızlığın dan eser yok. Sanki herkesin omuzlarında bir yük, içlerinde bir endişe var. Bu nedir? Bilmiyorum ki.
Fakat bende de aynı hal. Vagon restoranının manzarasından mı geçti, yoksa benim içimden aksederek muhite bu solgun boyayı o mu vurdu.?Arkadaki masada bir Alman yolcu ile garson arasında uzun bir tartışma bir türlü bitmiyor. Garson hafif hafif söylendiği halde müşteri hararetli. Bir halk müdafaa ediyor gibi coşkun. Dava halledilemedi. Garson dışarı çıktı, bir süre sonra kondüktör kılıklı çelimsiz bir adamla geri geldi. Hiddetli müşteri ona derdini anlattı anlattı. Fakat haksız olacak ki gelen kondüktörün kısa bir sözü üzerine yerinden kalktı. Dizlerinin üzerinde ki büyük valizi alarak gitti. Mesele bitti. Bildiğim Alman karakteri hiç değişmemiş. Önce hak zannedilen bir nokta üzerinde ısrar ve dava, sonra otorite karşısında mutlak bir itaat ve disiplin.
Akşam yemeği ilk aldığım intibayı silip süpüremedi: bilakis kuvvetlendirdi.
Almanya muhakkak bir kıtlık rejimi içinde yaşıyor. Bütün menü öküz kuyruğu çorbası ile patatesli bir parça etten ve peynirden ibaretti. Büyük harp zamanında bile Alman vagon restoranları bundan fakir değildiler. Bilakis bir öküz kuyruğu çorbası galiba Alman vagon restoranların da bir standart yemek haline gelmiş olacak ki, onu sonra Berlin'den Karlsbad'a gelirken trende yine buldum. Yemiş yok. Bu Almanya için büyük bir mahrumiyet. Demek oluyor ki 'Tereyağı yerine top' siyaseti uydurma bir lakırdı değilmiş.
Friedrich Strasse istasyonuna gece yarısından önce çıktık. Yanımızdaki generaller şerefine askeri bir kıta sokakta resmini ifa ediyordu. Fakat bu Alman neferlerin de benim umumi harp görmeye alıştığım Alman neferlerinin çehresi yok. Sevimli, metin, kahraman birer yüz. Fakat çok ince, ya boylar pek uzamış yahut hep uzun boylu seçilmiş. Ziya bolluğu, süngü pırıltısı, asker safları, askeri mızıka havaları içinden bir harp rüyası görür gibi geçtik.
Adlon Hotel'e geldik. Bütün yabancı davetliler burada. Miktarları yirmiye kadar olduğunu söylediler. Yeni bir' Babil Kulesi'
.Buraya ne için geliyoruz? Führer'in 50. yıl dönümü münasebeti ile yapılacak şenliklerde hazır bulunmak için bilhassa dünyanın dört bir tarafından çağrılan bu misafirlere Almanlar ne gösterecekler, ne söyleyecekler.? Yeni baştan kurulmuş Alman Şevket ve azametinin ne kadar yükseldiğini mi bilhassa göstermek isteyecekler? Yoksa Alman milletinin fikir, sanat,medeniyet,ilim ve kültür sahasındaki sulh perverane mesaisinin eserine mi şahit olacağız?
Führer bize, dünya siyasetinin bu en karışık dakikasında kuvvetli bir yumruk mu gösterecek, yoksa bütün beşeriyet için dost ve sevimli bir el mi uzatacak?
Fazla tren yorgunluğu nedeni ile rahat yatakta bile rahat bulamayarak, bir taraftan bir tarafa dönerken, yarı uyanık bir rüya içinde karmakarışık hülya ve manzaralar beni muhtaç olduğum sukuta kavuşturmaktan men ediyordu.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder